CLARE SHERIDAN’IN GÖZÜNDEN 1925 YILINDA ZONGULDAK
CLARE
SHERIDAN’IN GÖZÜNDEN 1925 YILINDA ZONGULDAK
Clare SHERIDAN 1925
1924-1925 döneminde Türkiye'de bulunan Clare SHERIDAN, daha önce Osmanlı Devleti topraklarında farklı amaçlarla bulunan oryantalist ve de ajan olarak görevler üstlenen Gertrude BELL ve Freya STARK gibi bu topraklarda cirit atmış çağına göre aykırı bir isimdir.
Zamanını yalnız İstanbul Tarabya'daki yalısında geçirmekle yetinmeyerek,
Bursa, Ankara ve tüm Karadeniz kıyısındaki limanları da gezmiş ve izlenimlerini
A Turkish Kaleidoscope (Sade Türk Kahvesi), adlı kitabında
yayınlamıştır. Onun gözünden Şirket-i Hayriye grevini
(1925), grev yapan işçilerin tamamı işten çıkartılarak iki saniyede sona
erdirilişini, İstanbul’dan geçen Rus göçmenlerin, Ermeni ve Rumların,
fakirlikten harap durumdaki mübadele insanlarının tasvirlerini öğreniriz.
Bu kitap sadece gezi veya anı
kitabı olarak değil, gayet sivri bir dille, yer yer insafsız bir alaycılıkla
yapılmış bir eleştiri olarak tanımlanabilir.
Nitekim
aşağıda Zonguldak ile ilgili bölümü okuduğunuzda 1925 yılında yazılmış olmasına
rağmen, kitaptaki kimi sosyolojik ve politik saptamaların bugün hala
geçerliliğini koruduğunu görecek, Türk toplumunun yabancıların gözündeki
imajının 87 yıldır aynı kalmış olmasına şaşıracaksınız.
Clare SHERIDAN ya da evlilik öncesi
adıyla Clare Counselo FREUEN 9 Eylül 1885’te Londra’da doğdu. Ünlü kişilerin
büstlerini yapan ve dünya seyahatlerini anlattığı gezi günlüklerinin yazarı
olarak tanınan İngiliz heykeltıraş ve yazarıdır. Ayrıca Winston CHURCHILL’in
kuzenidir. Fakat 1920’lerde Rusya da ki Ekim Devrimini desteklemesi
yüzünden CHURCHILL ile politik
olarak yolları ayrılmıştır.
Clare 1910 yılında William Frederick
SHERIDAN ile evlendi.3 çocukları oldu. William SHERIDAN 1915 yılında Loo
Savaşını yönetirken ölünce genç yaşta dul kaldı.1914’te İkinci çocuğu,
Elizabeth’in ölümünden sonra; Clare SHERIDAN kederini biraz olsun azaltmak için
Ağlayan Melek heykelini yonttu. Bu çalışma ile heykeltıraşlık yeteneğini
keşfetti ve kocasının ölümünden 1 yıl sonra John TWEED ve Profesör Edouard LANTERI’nin
öğrencisi olarak çalışmak üzere Fransa’dan Londra’ya taşındı.
Clare Sheridan, çocukları Margaret ve Dick ile 1919
Amerika ziyareti esnasında SHERIDAN
meşhur Charlie CHAPLIN ile gönül ilişkisi yaşadı. Dünyayı dolaşmaya başladı.
1920 yazında, bir Sovyet Ticari
Delegesi Londra ziyaretinde Clare SHERIDAN’ı Rusya’ya ünlü devrimcilerin
büstünü yapmak üzere davet etti. Sonbaharda, Vladimir LENİN, Leon TROSTSKY,
Edmundovich DZERZHINSKY ve Lev KAMENEV’in büstünü yapmak üzere, Moskova’ya
gitti. Rusya’dayken birden çok kişiyle ilişkisi sebebiyle skandallara yol açtı.
Lev KAMENEV ile ilişkisi yüzünden, KAMENEV’in ilk karısı Olga KAMENAVA’dan
ayrıldığı söylenmektedir. Yazar Robert
SERVICE, 2009 yılında yazdığı kitabında, SHERIDAN ve THROTSKY arasında bir
ilişki olduğunu iddia etti. SHERIDAN’ın Sovyet memurlarıyla yakınlığı onun anti
İngiliz propagandacısı bir ajan olduğuna inanan İngiliz Güvenlik Servis’inde
şüphelere yol açtı.1920’de LENİN, TROTSKY ve ZINOVIEV’in heykelini yapmak üzere
Moskova’ya davet edildikten sonra İngiliz Güvenlik Servisi onu izlemeye
başladı. Tehlikeli bir propagandacı olarak yaftalandığı bir M15 dosyasına
girmesine neden oldu. Servis; onun hakkında tutarlı olarak anti İngiliz
tavırları benimseyerek, çeşitli yabancı ülkelerde sadakatsiz tavırlarıyla
kendini gösterdi diye not düştü. 1925 yılının sonlarında SHERIDAN Cezayir ’e
taşındı, M15 dosyasındaki notlara göre; bu dönemde maddi olarak son derece iyi
durumdaydı. 10 yıl süresince ilk kez
borçsuz bir yaşam sürüyordu.
II. Savaşından sonra; İtalya’yı
ziyaret ederek Roma’da Katolikliğe geri döndü. Bu dönemde öznelerin (kişilerin)
ve dini önemi olan ikonların heykellerini yapmaya devam etti. 31 Mayıs 1970
tarihinde 84 yaşındayken iki çocuğunu geride bırakarak hayata gözlerini yumdu.
CLARE SHERIDAN DİNİ ESERLERE AĞIRLIK VERDİĞİ DÖNEM
ESERLERİ
Russian
Portraits (1921),Mayfair
to Moscow: Clare Sheridan's Diary (1921),My American Diary (New York, Boni and Liveright) (1922),In Many Places (1923),West to East (1923), Across Europe with Satanella (1925), A Turkish Kaleidoscope (1926), Nuda Veritas (1927), Arab Interlude (1936), Without End (1939), To the Four Winds (1957)
A Turkish Kaleidoscope adlı kitabı nedense Sade Türk Kahvesi adı ile yayınlanmış
KARADENİZ SAHİLİ ZONGULDAK
Konstantinopol'den
Rusya sınırına kadar, Karadeniz kıyısındaki bütün limanlar, her şeyden çok,
ülkenin ne kadar fakir, halkınınsa ne kadar zengin olduğunu ortaya koyması
bakımından önemli.
Türkiye'nin ticari
hayatında hayati bir yere sahip olan (İzmir limanı yandığından beri) bu
limanlar, rüzgârın ve hava şartlarının insafına terk edilmiş dutumda. Zonguldak
hariç hiçbirinde, bir demiryolu hattı ve gemilerin sığınabileceği bir yer
yapılmamış. Bazen, gemiler kıyı ile bir iletişim kuramadan bir hafta boyu
açıkta demirledikleri olur. Sonunda, bu gemiler zayıf düşmüş bir halkın bu
verimli topraklarda kendilerine yetecek kadar yetiştiremediği, onlar için çok
kıymetli olan erzakı boşaltamadan uzaklaşmak durumunda kalır. Gemi, dönüş
yolunda bu limana yeniden uğradığı zaman, hava koşullarının yük boşaltılmasına
elverişli olması için Allah'ın merhametine ve şanslarına güvenirler.
Eğer ta başından beri
"modernleşme" vs. gibi Türk sloganlarına kanmamışsanız, iş hayatının
bu ilkel koşullarda yürütülüyor olmasına da pek şaşırmazsınız.
Devletin hiç parası olmadığı, hatta
muhtemelen gelecekte de olmayacağı bir gerçek; öte yandan, Hükümetin ısrarla
yabancı sermayeyi ülkeye davet etmesine rağmen, burada ticaret yapabilecek
kadar maceraperest olan kimi yabancı firmaların çok elverişsiz koşullar altında
çalışmak zorunda kaldıkları da bir gerçek. Türkler, işin kolayına kaçarak,
geçmişte kendi durumlarını düzeltememiş olmalarının sebebi olarak Yabancı
Güçleri ve özellikle de o nefret ettikleri “Kapitülasyonları” gösteriyor iseler
de, aslında kendi kendilerini ve yapmakta oldukları şeyleri de yargılamaları
doğru olacak.
Savaştan önce Zonguldak kömür
madenleri Fransız Heraclee Şirketi tarafından, (geliri kendilerine kalmak
üzere) işletiliyordu. Halen bile, bu küçük kasabanın modernizm adına
övünebileceği ne varsa, hepsini bu şirketin savaştan önce yaptığı yatırımlara
borçlu.
Ana caddeden geçerek tepedeki maden
ocaklarıyla iskeleyi birbirine bağlayan demiryolu ile dalgakıran Fransızlar
tarafından inşa edilmiş.
Her tarafta çiçeklerle dolu beyaz
duvarlı bahçeleri olan, bembeyaz villalar ve bunları birbirine bağlayan taş
döşeli yürüyüş yolları görülüyor. Bu villalar, Fransız kolonisinin evleri.
Türk yetkililer şirketin çok fazla
Fransız teknisyenini işe aldığından yakınıyorlar. İyi ama bu ülkede Türk
teknisyen öylesine az ki!
Yeterince vasıfsız işçi bulunamadığı
için madenler büyütülemiyor. Bu konuda Türkler sayıca az oldukları gibi,
yabancıların çalışmasına da izin verilmiyor.
Başmühendis, beni madenin üst tarafına
götürmek için "hususi" bir tren çağırttı! Gidilecek mesafe yalnızca
üç kilometreydi. "Hususi" tren, pencerelerinde cam yerine demir
parmaklıklar olan, ahşap sıralarında ve zemininde parlak renkli kilimler serili
bir vagondan ve bir lokomotiften ibaretti. Yolun ortasında, işçinin biri,
“hususi” trenimizi durdurup içine atlayıverdi. Fransız'ın öfkeden köpürüp
hiçbir şey yapamaması çok komikti. Çünkü yetkililerin işçiler üzerinde bir
idari yaptırım gücü yok. Bizim trenin makinisti de Türk olduğundan, doğal
olarak, Türk kardeşinin ricasını kıramazdı, treni durdurmakta bir sakınca
görmemişti.
Yolun sonunda kendimizi
yemyeşil ağaçlarla kaplı bir tepede bulduk; görünürde, yakınlarda bir maden
ocağı olduğunu gösteren hiçbir iz yoktu. Komşu tepedeki madenin kömürleri,
kocaman kovalara dolduruluyor ve havadan kaydırmalı bir sistemle bu noktaya
getirilip, burada, paçavra bohçalarını andıran sarıklı ve sakallı madenciler
tarafından boşaltılıyordu.
Rehberim, madencilerin sırf kendileri
için yaptırılmış olan banyolardan istifade etmemesinden şikâyetçiydi; oysa
açıkça görülüyordu ki, madenciler bu paçavraları üzerlerinden bir kere
çıkarttılar mı bir daha giyebilmelerinin imkânı yoktu.
Bu işçiler mısır unundan yapılmış bir
tür kek (malay kastedilmiş) yerler. Bu keki az bir suyla ıslatıp, kısık ateş
üzerinde ısıtır, sonra da iki taş arasında yassılaştırırlar. Nadir olarak, bu
kekle beraber yemek için bir tane soğan satın alırlar. Kendileri için bir lüks
olarak gördükleri bu soğanın, tepesindeki küçük yeşil saptan, cücüğüne kadar
tamamını bitirirler. Bazıları çiftlikten bir çuval un getirir; böylece madende
geçirecekleri üç ay boyunca yiyecek almak için bir kuruş harcamamayı
başarırlar.
Gürcistan-Türkiye sınırından gelen ve
farklı bir ırk olan Lazlar, daha yüksek bir hayat standardına sahiptir, bu
nedenle daha kuvvetli ve dayanıklıdırlar.
Anadolu insanını üç aydan daha uzun
bir süre madende kalmaya ikna edemezsiniz. Bu sürenin sonunda ve yemek için
hemen hemen hiç para harcamadan, günde bir lira kazanmış olarak çiftliklerine
dönerler ve kalan dokuz ayı bu üç ay zarfında kazandıkları parayı yiyerek
geçirirler. Kendisinin çiftlikte olmadığı süre boyunca, madencinin birkaç
karısı ve bütün çocukları çalışır ve çiftliği çekip çevirirler. Birden fazla
kadınla evli olmak, öyle sanıldığı gibi masraflı bir şey değildir; tam tersine,
her kadın, çiftlikte bedavaya çalışarak evde tutulmalarının hakkını verir.
Maden şirketi bu geçici işçilere
kalacak yer temin eder. Bu yer, üzerlerine yan yana altı erkeğin yatmak zorunda
olduğu geniş tahta yatakların durduğu bir takım ahşap barakalardan ibarettir.
Adamlar çarşafsız, yastıksız, battaniyesiz, üstlerini değişmeden öylece
yatıverirler.
Bir defasında, bu yataklardan birinin
üzerinde, beline kadar soyunmuş bir adam görmüştüm. Oturmuş, üzerindeki
paçavraların üzerinden böcek ayıklıyordu. Anlaşılan, koşullar, insanların
durumlarından rahatsızlık duyacakları kadar kötüye gidince, kıyafetler
çıkartılıp savaş başlatılıyordu; ama hiçbir cana kıyılmayan bir savaş. İşçi,
böcekleri nazikçe başparmağıyla işaret parmağı arasına alıyor ve yandaki rafın
üzerine bırakıyordu.
Yaz gelip de barakaların içi havasız
olmaya başlayınca, ikide bir açıp kapatma zahmetine katlanmaktansa, adamlar
camlan ve kapıları kırıyorlarmış. Şirket her sonbaharda barakalara yeni kapı ve
cam taktırmak zorunda kalıyormuş.
Hıristiyanlıkla ilgili pek çok şeyin
harabeye çevrildiği bir ülkede, bir manastır okulunu görmek beni çok
şaşırtmıştı. Şirket, çalışanların çocuklarını yollayabilmesi için okula parasal
destek sağlıyordu; ama yarı-özel bir okul olmasına rağmen yine de resmi denetime
tabi olmak zorundaydı. Müdürün özel odası hariç, hiçbir yerde haç, çarmıh
figürü, dinsel içerikli bir resim veya herhangi bir Hıristiyanlık sembolünün
asılmasına izin verilmiyordu. Dini okulların ancak ve ancak bu koşullar altında
eğitim vermesine müsaade ediliyordu. Ama Hıristiyanlık sembollerinden böylesine
uzak durmak isteyen Türkler, dini okulların sunduğu eğitimden faydalanmak
konusunda oldukça atak davranıyorlardı.
Bursa gibi, nispeten gerici
şehirlerin valileri bile kızlarını rahibeler tarafından eğitilmek üzere bu
okullara yollamıştı. Ayrıca, bu tür okulların olmadığı yerlerde veya
manastırların veya Hıristiyanlık eğitimi veren okulların kapatıldığı
şehirlerdeki elit Türkler bu durumun çocukları için büyük bir kayıp olduğunu
söyleyip, dövünüyorlardı.
Zonguldak'ta ayrıca, maden
işçilerinin ve yöneticilerinin faydalanması için rahibelerin işlettiği bir
hastane vardı. Türk doktorlar bile hastanenin böyle pırıl pırıl olmasından
etkileniyorlardı. Okuldaki koşulların aynısı burası için de geçerliydi.
Duvarlara bir tane bile dini amblem asılamıyordu. Görüp görebileceğiniz tek
sembol, bembeyaz kıyafetler giyen bu Fransiskan kilisesi rahibelerinin
göğüslerine iliştirilmiş haçlardı.
Rahibelerden biri öylesine genç ve
güzeldi ki; sanki mucize'den fırlamış gibi gözüküyordu. İş kazası geçirenlerin
koğuşunda çalışıyordu. Bu koğuşta, hayatlarında ilk kez beyaz çarşaflar üzerine
uzanmış, yüzlerinden mutlu oldukları anlaşılan, beş altı tane Anadolulu madenci
yatıyordu; aralarında dolaşan genç rahibe ise beyaz bir zambağı andırıyordu.
Işık geçirmeyen simsiyah çarşafların
arkasına saklanmış Türk kadınları ile beyaz örtüleriyle ne kadar özverili
oldukları yüzlerinden okunan bu rahibeler arasında tam bir tezat vardı.
Hıristiyanlık propagandası bundan daha incelikli yapılamazdı.
Kostantinopol'den gelirken ilk liman
olan Zonguldak'ın zihnimdeki yansıması şu oldu: Medeniyetin küçük ve gözlerden
uzak kalmış ileri karakolu.
KOZLU'DAKİ KİLİSE 19.YÜZYIL SONU FRANSIZ CEMAATİ İÇİN YAPILDIĞI SANILIYOR.
NOT: CLARE SHERIDAN'IN BİYOGRAFİSİNİ İNGİLİZCE METİNDEN ÇEVİREN DEĞERLİ ARKADAŞIM EMEL ÇALKAM HANIMEFENDİYE TEŞEKKÜRÜ BİR BORÇ BİLİRİM.....
NOT: CLARE SHERIDAN'IN BİYOGRAFİSİNİ İNGİLİZCE METİNDEN ÇEVİREN DEĞERLİ ARKADAŞIM EMEL ÇALKAM HANIMEFENDİYE TEŞEKKÜRÜ BİR BORÇ BİLİRİM.....
Yorumlar