Türküsüz Kent’in Aynasından Geçenler
Türküsüz Kent’in
Aynasından Geçenler
Hamit KALYONCU
“Sen
öldün, ölüm güzel demektir’ demiş / Şair-i âzam. / Güzel değildi ölümler.”
28 Mayıs 2006 günü sonsuzluğa
göçen, 29 Mayıs günü de Ankara’da toprağa verilen İ.Behçet Kalaycı, Türküsüz
Kent’teki bu dizesiyle açıklar ölüm konusundaki düşüncesini: “Güzel değildi
ölümler.” Şair-i Âzam Abdülhak Hamit, çok sevdiği eşi Fâtıma Hanım’ın ölümü
nedeniyle “Sen öldün, ölüm güzel demektir” diyerek kendini teselli etmeye
çalışır ama, “Çık Fâtıma lâhttan kıyâm et” diye de ölüme karşı
isyanını dile getirir ‘Makber’ adlı ünlü şiirinde. Cahit Sıtkı ise “Kapımı
çalıp durma ölüm / Ben ölecek adam değilim” diye azraile meydan okur bir
tavra girse de “Otuzbeş Yaş” adlı şiirinde “Neylersin ölüm herkesin başında /
Kimbilir ne zaman nerede kaç yaşında…” diyerek ölüm gerçeğini kabullenir
sonunda. En iyisi biz Behçet Hoca ve sevgili ölülerimiz için “o
diyârın”, Yahya Kemal’in yazdığı gibi “âsûde bir bahar
ülkesi” olmasını dileyerek, ölüm düşüncesini kendi sonsuzluğu ve bilinmezliğine
bırakalım.
Behçet Hoca, 1983 yılında
yayımlar Türküsüz Kent adlı şiir kitabını. Bu ikinci kitabı
yayımlandığında 61 yaşındadır. O yılın Öğretmenler Günü’nde kendisi de
bir konuşma yapmış, sözlerini kitabının son şiiri ile bitirmişti. Hoca’nın
‘Zonguldak’a hüzünlü bir seslenişi’ diyebileceğimiz şiirini o güzel ve
etkili sesiyle yorumlayışı bütün salonu ayağa kaldırmış, Hoca ve şiiri
dakikalarca alkışlanmıştı. Ben, Çaycuma ortaokulundan öğretmenim, daha
sonraki süreçte örnek alınacak değerli bir öğretmen arkadaşım, şair-yazar ağabeyim,
dostum ve apartman komşum olan Behçet Hoca’yı, “o dönemin bir sakıncalı
piyadesi” olarak salonun en gerisinde ellerim patlarcasına alkışlamış, övünç ve
gurur duymuştum.
Türküsüz Kent kitabını
Hocamız, 8.II.1983 tarihinde imzalamış adıma. O geceyi anımsıyorum. Eşi
Suat Hanım’ın leziz kekleri ve çayları eşliğinde saatlerce söyleşmiş, ayrıca
kitaptaki şiirleri kasetten kendi sesinden dinleme ayrıcalığını da yaşamıştık
eşimle. Hoca’nın gürül gürül akan sesi adeta ayağa kaldırıyordu kitaptaki
dizeleri. Bir bakıyorsunuz isyankar bir ruhun her şeyi önüne katıp
sürükleyen selleri arasındasınız, ama bir süre sonra da serin
suları yumuşacık pırıl pırıl akan bir derenin kenarında peri kızlarıyla
söyleşiyorsunuz. Sonra Zonguldak tepelerine çıkarak bir zamanlar çeşitli
yemişler, çiçekler ve defnelerle dolu çimenliklerde yıldızlara bakıp hayaller
kuruyorsunuz, ardından yerin yüzlerce metre altına inerek ekmek kavgasını
sürdüren işçilerle birlikte omuz omuza kazma sallıyorsunuz.
Behçet Hoca’nın şiir kitabını
okumaya başladığınızda; ‘Hele şu kısmı sonra okurum’ diyemiyorsunuz. Bırakmıyor
sizi şiirler. Dalıp dizelerin arasına Zonguldak, Çaycuma, Devrek’i
dolaşıyorsunuz. Kitaba tutsak oluşunuzun çok önemli bir nedeni de
anadilimizin bu kadar akıcı, yalın ve işlek kullanımı olsa gerektir. Sanki her
şiir, kaynağından doğar doğmaz kendine hazır bir yatak bulmuş ırmak gibi
şırıl şırıl akıp gidiyor. Kullanılan hiçbir sözcük yerinden rahatsız değil.
Sözcüklerde ve dizelerde bir zorlama yok. Hoca’nın diğer kitaplarında da var bu
özellik: Duru, yalın, temiz bir dil, birikim yoğunluğu içinde akıcı, içtenlikli
bir anlatım sizi hemen sarıveriyor.
Türküsüz Kent’in çok önemli bir
özelliği de kişileri, olayları ve doğayı tüm renkleriyle,
güzellikleriyle, canlılığıyla betimleyişidir.
Zonguldak dağlarında bahar /
Çiçek tozlarıyla genzinizi yakar / Kestane ormanlarının gerisi / Yaban
çilekleriyle dolu düzlüklere çıkar ./ Karatavuklar, ispinozlar, bülbüller /
Sizin için öter./ Hodan yapraklarına topladığımız çilekleri / İnce ot saplarına
dizerdik./ Az sonra kırmızı bir kolye boyunlarımızda / Denizi gören yerlere
giderdik / Zonguldak tepelerinden deniz / Bir başka görünür, / Yükseklerden
yeşil akar maviliklere./…
Böyle
doğayla sarmaş dolaş yeşillikler içinde akarken maviliklere, birden önünüze
çıkar Of’lu Sakine Teyze:
İlk kocasından olma iki kızı
/ İki ineği ile çıkar karşınıza / El Greco yüzüyle./ … Hal hatır ederdik Sakine Teyzeyle / Midemizin boş
yerlerini / Doldururken kocayemişlerle / Ardıç kuşları gibi söyleşirdi kızları
/ Defnelerin arasında /…
Dağın yamacında doğayla iç içe
kızları ve inekleriyle yaşarken / yaşamaya çalışırken Sakine Teyze,
düşüncelere salar sizi. Sosyal adalet kavramını sorgularsınız bir süre…
Zonguldak’ta ortaokul öğrencisi
Behçet, büyük evlerde değil, kentin kenarında mezarlığın arkasında gecekondu
tipi bir evde oturmaktadır. “Gururuna sarıp kişiliğini, hiç bir rüzgarın
söndüremiyeceği alev alev yanan umutlar” taşımaktadır. Evine giden
yolda Bekçi Nafiz’le her gün karşılaşır:
İsli akşamlarında maden
kentinin / Mezarlık yokuşuna tırmanırdım / Santral bekçisi Nafiz’i / Ta
uzaklardan tanırdım./ Her akşam o, hep aynı yerde / Bilinmez ne düşünürdü /
Onun yaktığı ışıklar / Dağların tepesinde / Yıldızlarla öpüşürdü./..
Bu yol üzerinde içli dışlı olduğu
başka dostları da vardır Behçet’in. Onlarla selamlaşır, söyleşir, çekinmeden
sofralarına oturur. Bunlardan biri de Çomranlı köyünden Koca Yusuf’tur:
Toprak anamızın karnında kırk
yıl / Bir barsak kurdu gibi / Karanlıklarda geçmişti yaşamı / Koca Yusuf’un /
Gün ışığından pek hoşlanmazdı / Derin mavi gökler korkuturdu onu/ Kör
katırına dönmüştü ocakların / Kısık bakardı ışığa / …
Eskiden Çaycuma’dan Zonguldak’a
oto yolu yoktu. Yaya yolu ise Yaka köyü-Güdüllü-Sapca-Kırat üzerinden koyver
kendini yokuş aşağıya Dilaver–Asma yoluyla Zonguldak’tasın. Tren
Yolu ise 1937’de açılır törenlerle. Bugünkü teknoloji olmadığı için dağlar,
kayalıklar el emeği ile murçlarla delinerek, tüneller açılarak.
Çaycuma ile Filyos arası / Sıfır rakım / Işıldayan
raylarda / Gümüş benekli bir yılan gibi süzülür / Hasret kavuşturan / Düzköylü
Makinist Mustan / Yanık bir düdük sesiyle Selamlar dağı taşı /…
Kitabın 16. sayfasında III nolu
şiir başlar. Bu şiir, Sürmeneli Süleyman Kaptan ile karısının ve kızının,
Kurtuluş Savaşımızda İstanbul’dan İnebolu’ya top, tüfek, mermi taşıyan ünlü
gemilerimizden yiğit Gazal vapuru’nun şiirsel trajik öyküsüdür. Şiiri okurken,
her dize bir fotograf karesi gibi canlanır gözünüzün önünde. Behçet
Hoca’nın usta anlatımıyla, bir Karadeniz akşamının, dünyanın çok az
sahilinde görülebilen güzelliğini yudumlarken, birden, ustaca yazılmış ve
sözcüklerle canlandırılmış bir trajedinin içinizi burkan acısıyla yanar
yüreğiniz.
Limanın tozlu aynasında /
Yıldızlar gibi yanar / Maden kentinin ışıkları /… Karanlıklarda bir vapur sesi
/ Çığlık çığlık / Kentin üstünden aşıp / Dağlara ulaşıp / Sarsarken / Gecenin
kara örtüsünü / Anımsatıyor / Bir gurbet türküsünü / Selamlıyor Süleyman Kaptan
/ Saygıdeğer gemiyi / … Bir Yavuz’a duyardı / Gemiler içinde / Bir de Gazal’a /
Bu derin saygıyı /…
Zonguldak sahilinde birden
patlayan kudurgan Karadeniz dalgalarının Kaptanın karısını ve kızını yutuşu, bu
olayı elinde tabancası ile izlemek durumunda kalan kaptanın gemisiyle birlikte
karanlık dalgalarda kayboluşu dizelere yansır: “Dev bir üçleme / Patladı üç
el silâh gibi / Kaptan köşkünde / Köşkle birlikte kaptan / Dalgaların köpüklü
kanatlarından / Düştü katran renkli sulara / Daldı uyanılmaz uykulara /…”
Zonguldak, ilkçağda “Sandraca”
adı ile anılan derenin açtığı vadinin iki yamacında kurulmuş. Topraklarında
bulunan kömür madeninin işletilmesiyle, özellikle Cumhuriyet döneminde gelişen
büyüyen bir kent. Kömür olmasaydı, küçük bir balıkçı köyü olarak kalacaktı
kuşkusuz. Kömür, binlerce insana ekmek olmuştur, doğru. Ama herkesi de
doyuramadığı bir gerçektir :
Kocası Gebeş Mahmut / Damızlık boğa gibi / Haybeden
yaşar./ Vurup sırtına torbayı / Selime / Öğleden sonraları / Tanrının günü /
Çarşıya koşar,/ Dolaşır lokantaları / Bitince işi / Tırmanıp yokuşu / Evin
yolunu tutar / Torbasında yemek artıkları / Ekmek kırıntıları./…
Zonguldak caddelerinde iz bırakan
kişilerden biri de Nuri Bey’dir. Lise öğrenciliği yıllarımızda ben de
tanımıştım Nuri Bey’i. Birbirine karışan saçı-sakalı, pejmürde giysileri ve
sürekli kendi kendine konuşması ile çekmişti dikkatimizi. Deliydi besbelli, ama
o Nuri Bey’di. Hakkında farklı şeyler söylenirdi. Galatalı Ahmet’in dükkanında
karnını doyurur, İstanbul Pastanesinde kendisine yapılacak servisi beklerdi
ciddiyetle.
Caddelerin gediklisi / Sevi
delisi / Nuri Bey nerdeyse arz-ı endam eyler / Durmadan konuşur kendisiyle /
Anlaşılmaz şeyler söyler / Onu tanıyan eskiler / Memurken Tekel’de / Sarışın
bir dilbere / Karasevdalıydı derler / O yüzden kaçırmış keçileri / …
Behçet Hoca ile Tatlıcı Tahsin
apartmanında altlı-üstlü otururken birbirimize gider gelirdik. Hoca içki
kullanmazdı ama çay sohbetlerine de doyum olmazdı doğrusu. Ortak konularımızdan
biri de Çaycuma olurdu kuşkusuz. Eski Çaycuma’dan çıkarak yola, kişiler,
olaylar, mekanlar, anılarla saatleri tüketirdik. Bana Türküsüz Kent’i çok
sevdiren nedenlerden biri de VI nolu şiirdeki Çaycuma betimlemeleridir: “Çatlayınca
yeşil zırhı cevizlerin / Çaycuma’nın güz bahçelerindeyim./” Sadece
bu iki dizeyle bile eski Çaycuma’nın kıvrılıp giden yollarında, sokaklarında,
kırlarında dolaşır, ilk gençlik dönemlerimin anılarını yaşarım.
Günlerden Cuma ise eğer /
Çayköylü İmam Serkisof / Erkenden yollara düşer / Doru kısrak bilir yolları /
Osmanlı eğerinin üstünde / Tesbihi elinde / Sübhanallah çekerek / Varır
Çaycuma’ya /…
Anıların diğer ayağı da
Devrek’tir. Behçet Hoca benden önce, ben ondan yıllar sonra birer Devrekli kıza
gönül düşürüp, baş-göz olmuşuz. Hoca ile birer “Devrek damadı” urbası
giymişiz. O nedenle ev sohbetlerinde arada bir Çaycumalılık-Devreklilik
çekişmeleri de olurdu şakacıktan. Türküsüz Kent’te VII nolu şiir etkileyici bir
Devrek betimlemesi ile başlar: Bir ilkyaz sabahı geçtik Devrek’ten / Sisler
içinde akmaktaydı ırmak / Yeşil yeşil geriniyordu / Rüştü’yü yaratan toprak /…
Eski Devrek’in ilginç kişilerinden biri de Bülüm’dür anlatılana göre:
Atarak her tasayı yürekten /
Eşeleyip anıların soğuyan küllerini / Çağırırdım çocukluğumun / Mutlu günlerini
/ Erkenden yakardı köşebaşlarının / Lüks lambalarını Bülüm /…Ramazan aylarında iftar vaktinde “Ramazan topu”nu atma
görevini yapan Bülüm, Sahur vakti de “Ramazan davulu” çalar: Geceyi
sarsardı davuluyla Bülüm / Güm güm güm /… Vurarak davuluna / Güm güm güm /
Maniler söylerdi Bülüm./
Şiirin bu kısmında Behçet Hoca,
eşi Suat Hanım ile ilgili önemli bir itirafta / iltifatta da bulunur: Kutsal
kitapların cennet betimleri / Anımsatırdı bu güzel yerleri / En iyi kızlarından
birini bana veren / O dost yüzlü beyaz evlerden / Çok azı kalmış bugün/…
Zonguldak limanı Behçet Hoca’ya
göre “bir sihirli tastaki su” olsa da limanın dışında gemileri
nelerin beklediği bilinmez çoğu kez. Uyur-gezer Karadeniz dalgaları birden
büyür yuvarlana yuvarlana. “Ya malını ya canını” der ya eşkıya, ama korkunç
kükremelerle büyüyen dalgalar “ne can bırakır ne mal” insana, yer
yutar ne var ne yoksa. Bu tür bir felakete uğrayan gemilerden biri de
Hisar şilebidir:
Tamamlayınca yükünü kalkardı / Şilepler içinde Hisar bir
başkaydı / Yüksüzken daha da görkemliydi / Verip burnunu poyraza / Baş-kıç
yapan gemilere inat / Yalpa yapardı./ Ak bir kule gibi dururdu denizin
ortasında / Ambarları tıklım tıklım kömür dolu / Bir Şubat sabahı çıktı
limandan /…
Hisar şilebi o gün Kefken
açıklarında yakalanır karayel fırtınasına ve alabora olarak Karadeniz’in dibini
boylar ne yazık ki...
Zonguldak kömür madeni
ocaklarında bir zamanlar kırkbeş bin kadar işçi çalışırdı. Yöneticilerin “daha
çok kömür” isteği göçük, grizu gibi yeraltı kazaları ile sonuçlanmıştır
çoğu kez. Şimdi limanda bulunan “Zonguldak Havzası Maden Şehitleri
Anıtı”nda ise beş bine yakın maden şehidinin adı yazılıdır.
Anıttaki binlerce plakaya yazılı adlar, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, oradan da
günümüze Yeni Türk Devleti’nin kurtuluş ve kalkınma savaşımı dönemlerinde ve
devamında sadece Zonguldaklılar’ın ödediği bir bedelin
rakamlarıdır.
Toprak altında yaşayan yalnız
böcekler midir? / Tonya’lı Ali sekiz vardiyasında işçidir./ Tonya neresi Üzülmez
neresi / Ağlamaklı eder insanı / Öykünün gerisi/ Tonya’lı Ali dipten deler
dağları / Lağımcıdır./ Elinde tabancası / Birkaç papele yaşar / Tüm
yaşantıların en namuslusunu / Ciğerlerinde kara tozlar/…
Karamusa’dan Kamil / Ve
domuzdamcı yedi arkadaşı / Başlatmak için yerin altında / Sekiz saatlik bir
savaşı / Kemerlerinden sarkan / Davi lambalarının ışığında / Girdiler
Dağbaca’dan içeri / Arılar gibi çalışıyordu posta / Melemetçiler, kazmacılar,
lağımcılar / Kara bir toz bulutunun içinde/…yüzleri gecelerce kara, içleri apak”
Tonyalı Ali ve Karamusa’dan
Kamil, yurdun değişik bölgelerinden iş ve ekmek için Zonguldak’ta gelerek bir
“güldeste” oluşturan insanların simgesidir Behçet Hoca’nın
şiirinde, adsız–unvansız kahramanlarıdır güzel yurdumuzun..
Türküsüz Kent’in aynasından
geçenler öyle varlıklı, yaşamı rahat, sorunsuz yaşayan kişiler değildir. Onlar
Zonguldak kentinin kayalık yamaçlarında ve köylerinde yaşama tutunmaya çalışan,
ekmeklerini taştan çıkaran, afrası tafrası olmayan sıradan insanlardır. Deniz
Kulübü’nün, Emirgân’ın adını bile bilmezler. Gazipaşa caddesi’nin renkli
vitrinlerine yanaşamazlar, iyi bir lokantada bir kerecik olsun felekten bir
gece çalacak paraları olmamıştır. Ama dost, sıcak kanlı, hoşgörülü, yardımsever
insanlardır. İşte Behçet Hoca, Zonguldak’ta merkezde oturanlardan
kimsenin yaşadıklarının farkında olmadığı, kenar mahalle ve köy kökenli
insanları anlatır şiirlerinde. Onların küçük yaşamlarının öykülerini
şiirleştirir kitabında. Ne gariptir ki, Zonguldak’ın bir çok sıfat taşıyan
kişileri gibi, kendilerini şiirlerine konu edinen, yaşam sorunlarını işleyen
Behçet Kalaycı’dan da haberleri olmamıştır onların.
Türküsüz Kent’in sonlarına doğru
birden Zonguldak’ın bir başka simgesi “defne”lerin
şiirsel öyküsü ile karşılaşıyorsunuz. Bu şiirle Behçet Hoca’nın mitoloji
bilgisinin de gücünü anlıyorsunuz.
Küçük bir çocukken daha /
Gördüm tak-ı zaferleri süslerken seni / Yayılmıştı soylu kokun havaya / Rengin
yeşillerin en güzeli /… Karadeniz kıyılarında soyunup mit’inden / Gerçek
kimliğini bulmuşsun / Dağlardan denize doğru inen / Yeşil bir sel olmuşsun /…
Kitabın son şiiri, Behçet
Hoca’nın yaşamının odak noktası Zonguldak’a içli, hüzünlü bir seslenişi
gibidir. Onbir nolu bu şiir, kitabın müthiş bir final şiiridir. Şiirin son
dizesinde “Seni zehirli bir çiçek gibi kokluyorum Zonguldak.” der Hoca. Çünkü
Zonguldak: yeraltı ve yerüstü yaşamıyla, tarif edilemez doğal güzelliğiyle,
Behçet Hoca’nın anılarıyla, zehirli bir çiçek de olsa koklanır. Bu kentte
yaşamak bile; emek temeli üzerinde yükselen değerleriyle, insanı kahreden
acılarıyla, tadına doyulmaz güzellikleriyle olsun “bir ömre bedel
anlamlar” taşır her zaman. Şiirin son dörtlüğünde : “Rüştü, Muzaffer,
Necatigil şair dostlar / Uzak baharların solgun gülleri /..” der Behçet
Hoca. Ne ilginç yaşam çelişkisidir ki, şimdi o da “uzak baharlar ülkesinde
solgun bir gül”dür artık . Anılar Geçidi-1962, Türküsüz Kent-1983,
Kıvırcık-Genç Bir Maden İşçisinin Öyküsü-1992 adlı kitapları Zonguldak’a ve
Türk Edebiyatına kazandırdığı için ona içten teşekkürler ediyorum. Işıklar
içinde yatsın…
Yorumlar