BEDELLİ YAZILAR
BEDELLİ
YAZILAR
|
|||||||||||||||||||
Erol
Çatma
|
|||||||||||||||||||
Yazmak insanı mutlu eder.
Özellikle yazdığın yazının haklılığına inanır, yazdıkların seni mutlu ederse,
tekrar tekrar okur, yeniden mutlu olursun.
Bazen de yazdıklarına inanmazsın
ama yazmak mecburiyetinde kalırsın, keşke bir aksilik olsa da yayınlanmasa
diye düşünürsün ama yayınlanır, çünkü o yazıyı sana yazdıranlar yayınlanması
için yazdırmışlardır. Yazsan bir türlü, yazmasan bir türlü. İki arada bir
derede kalırsın. Verilen görevden kaçma şansın da olamaz, çünkü yazının
bedelini mutlaka almışsındır. Belki de yaşamını sağlayacak başka bir
yeteneğin olmadığı için direnememiş, karnını doyurma kaygısıyla yazmışsındır.
O günkü koşullar seni yazman için zorlamıştır, o yazıyı yazdığın için acı
çekmişsindir ama zamanla da alışmışsındır; yeniden, yeniden yazmışsındır.
Yazdığın her yazı gerçekleri biraz daha örtmüş, insanlığa zarar vermiştir.
Kötü koşulları gözardı etmiş ya da kayıtsız kalmışsındır. Bir de yaşananları“yasal
ve olağan” gösterdiysen işte o zaman insan olma şansını da kaybetmiş
bir “alkışoğlanı”olmuşsundur.
Alkışoğlanlığı alışkanlık yapar; alkışladıkça yazarsın, yazdıkça
alkışlanırsın. Bu yolda giderken, kalbin sana her zaman uyum göstermez; her
atışında adeta “Haksızsın! Haksızsın!” diye haykırır. Ama
sen, kendini avutmak ve haklı göstermek için, yapılanların doğru olduğunda
ısrar edersin, şikayet edenlerin “durumu” anlayamadıkları
için sızlandığını söylersin. Seni yönlendirenlerin “insanlık için”çalıştığını,
bütün bu yapılanların ileride “insanları mutlu edeceğini” söylersin.
Her alkışta ilerleyeceğin, yükseleceğin sanısına kapılırsın ve bir de
bakmışsın ki yaşayabilmek için yaptığın iş, bedeli karşılığında ‘ulufe’ (Alef’den-Hayvan yemi - sipahilere ve yeniçerilere üç
ayda verilen maaş)alarak yazmak olur.
Bir de bedelini ödeyerek yazmak
vardır.
Elbette yaşamda her şeyin bir
bedeli olduğu gibi, doğruyu ve gerçeği yazmanın, haksızlığa karşı çıkmanın
veya rüzgara karşı yürümenin, yel değirmenlerine saldırmanın da bir bedeli
vardır. İşte bu koşullarda yazdıkların sana ağır bedel ödetir. Zaman zaman
iyi ve kötü arasında, gerçekle yalan arasında, ezenle ezilen arasında
kalırsın.
Her insan yaşamının belli
dönemlerinde “seçim yapma” zorunluluğuyla karşı karşıya
gelir. Mutlaka ve mutlaka insanın yolu o ince sırat köprüsünden geçer. Çünkü
yaşamın doğası böyledir, bundan kaçış yoktur. Ama “O Sırat Köprüsü”, “Boğaz
Köprüsü” değildir. Köprüden geçmek istemezsen, seni karşıya
geçirecek vapur da yoktur. Tek bir koşul vardır; ya o köprüden karşıya insan
olarak, ya da insan olmayı becerememiş, birisi olarak geçeceksin.
Örneğin, bir dönemde
(Zonguldak’ta) madencilerin bir kumsala oturması, orada denize girmesi
düşünülemezdi, orası madenciye yasaktı; bir okula madenci çocukları kayıt
olamazdı.
Oysa Cumhuriyet ilan edileli daha
20 yıl olmuştu ve Anayasada “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya
sınıfa imtiyaz tanınamaz” diye açıkça yazıyordu. O talihsiz dönemde,
Cumhuriyet’in baştan koyduğu hedefleri hatırlatmak, yapılan uygulamaların
konulan hedeflere ters düştüğünü söylemek, terslikleri, haksızlıkları
göstermek, yanlışlıkları eleştirmek Cumhuriyeti eleştirmekle eş tutuldu, öyle
gösterildi.
Ülkeyi o dönemlerde kırbaçla
yönetenlere karşı kimse ses çıkartamazdı. O dönemlerde, yöneticilere karşı
çıkmanın bedeli çok ağırdı. Ayrıca, o dönemdeki uygulamaları yasalmış gibi
gösteren, her yaptıklarını takdir eden, ulufelerini alarak yazan “Ağır
ekmek karnesi sahibi” olmuş “Alkışoğlanları”da vardı. Bunlar
yıldönümlerinde yakalarındaki rozetlerle kürsülere çıkıp nutuk atarlar:
“MADENLERDE KÖMÜR KAZARKEN
GÖÇÜKTE KALIP GRİZUDA YANARAK VEYA HASTALIKTAN KAN TÜKÜREREK ÖLENLER” ülke
için ölmüşlerdir. Diğer taraftan vurguncular, stokçular, karaborsacılar
da “Cumhuriyetin yılmaz bekçileri”dir.
Atatürk’ün zamansız ölümü aslında
onlara yaramıştır. Çünkü, Atatürk sağ olsaydı, Atatürkçülük adına“Ekonomik
ve siyasal bağımsızlığı” ayaklar altına alamayacaklardı. Ülkeyi
emperyalizme peşkeş çekemeyeceklerdi. Atatürk’ün sağlığında hazırlanan sanayi
programlarıyla var edilen “KİT”leri düşmancasına peşkeş çekip yok
edemeyeceklerdi.
Zonguldak madenlerinin köle
çalıştırır gibi işletildiği, insan onuruna yakışmayacak uygulamaların
yapıldığı, ölümün ve her türlü salgın hastalığın kol gezdiği dönemlerde bir
çok kitap yazılmıştır.
Yazılan kitapların objektifliği
konusunda fazlaca yorum yapmaya gerek yoktur, çünkü Zonguldak madenleri için
objektif yazı yazmak için o dönemlerde “İnsan Olabilmenin Sırat
Köprüsü”nden geçmek, yazmak için bedel ödemek gerekiyordu.
O dönem kitap yazanların bir ikisi
dışında, diğerleri köprünün öbür tarafına “Alkışoğlanı” olarak
geçmişler, zulüm çeken maden işçileri için mutluluk ve refah içinde
olduklarını baskı ve zulümden kurtulduklarını yazmışlardır. Yani insani
değerlerle birlikte tarihi de çarpıtmışlardır.
İşte tam o sıralarda Havza’da
görevli karı-koca iki doktor, Sabire ve Hulusi
Dosdoğru 25 Temmuz 1945 ile 6 Kasım 1945 tarihleri arasında o
zamanlarda ülkede az sayıdaki muhalefet gazetelerinden birisi olan “Tan
Gazetesi”ne ardarda onbeş makale gönderdiler. Elbette başlarına
gelecekleri biliyorlar, ama yine de bundan kaçınmıyorlar. Aydın bir insan
olarak ve “Hipokrat Yemini” etmiş bir hekim olarak, bedel
ödemeyi göze aldılar.
Dosdoğrular, bu makaleleri
yayınladıktan yaklaşık yarım asır sonra 7 Şubat 1990 tarihinde “Yeni
Çeltek Maden Ocaklarında” meydana gelen grizu kazasıyla maden
işçilerinin Türkiye’nin neresinde olursa olsun farklı bir yaşam
sürmediklerini ve değişen fazla bir şeyin olmadığını düşünüyorlar. Yarım asır
önce yayınlanan makaleleri “BDS” yayınlarından kitap olarak
yayınlamışlardı.
Bu kitap olmasaydı makaleler bugün
bilinemeyecekti. O makalelerin maden işçileri açısından önemi ise kendi
tarihlerinde bedel ödenerek yazılan ve maden işçilerinin uğradığı baskı ve
zulümle ilgili gerçekleri ilk defa bir şamar gibi vuran makalelerdir.
Dosdoğrular “Sağlık
Açısından Maden İşçilerimizin Dünü, Bugünü” isimli kitaplarının
önsözünde o tarihlerde uygulanan mükellefiyeti şöyle değerlendirirler:
|
|||||||||||||||||||
“Mükellefiyet, Ereğli
Kömürleri İşletmesi’nde yıllar boyu uygulanan, tepeden inme, bu bölgeyi
oluşturan köy ve kasabalardaki tüm erkeklerin, 45 günü zorunlu olarak maden
ocaklarında çalışarak, öteki 45 günü köyünde geçirdiği münavebeli çalıştırma
örneğine sömürgelerde bile rastlanmamaktadır. O günlerde bu terimi çok
çetrefil bulan yöre halkı bu baş belası uygulamaya KELLEFİYET derlerdi.
Kelleyi yasaklayıcı bir yasaklama anlamına olsa gerek. İşte bu kendine özgü
faşist, despotik uygulama, sosyoekonomik açmazları bir yana, kömür
havzasındaki işçilerimizin sağlık sorunlarını temelden yıkmış, onları her tür
bulaşıcı hastalığa açık bir duruma getirmiştir........
İşletme o tarihlerde
uyguladığı bu ters tutumu şirin göstermek için, elinden geleni ardına
koymuyordu. Kasları ve iskelet yapıları gelişmiş atletleri önceden, sanki
Kırkpınar’da yağlı güreşe soyunan pehlivanlar gibi gövdelerini yağlayarak
hazırlayıp ellerine tornadan yeni çıkmış kazma kürekler tutuşturarak
ocakların en rahat, en havalı köşelerinde sözde kömür kazar pozlarda
filmlerini aldırıyor, bunları gösteriyordu.
Bir kandırmacadır
almış başını gidiyordu. İşte biz bu bilimsel yazılarımızda, abartmasız
gerçeklere değindik, biraz olsun karşımızdakileri uyarabildiysek ne mutlu
bize”
Dosdoğrular’ın yazmış olduğu makalelerin bazı bölümlerini, “Tan
Gazetesi”nde yayınlanış sırasına göre özetlemek meseleyi açıklamak için
yeterlidir sanıyorum.
|
|||||||||||||||||||
“Ne yazık ki bizde ocaklar Nuhu Nebiden kalma
usullerle çalıştırıldığından, ocak içi sağlık koşulları hiç hesaba
katılmamaktadır. Yıllarını ocak içlerinde çalışmakla tüketmiş eski lağamcı ve
kazmacılarımıza bile, röntgen filmi kıtlığı bahane edilerek, radyolojik
kontrol yapılmamaktadır. Günümüzde ancak, hastalıkları son haddine varmış,
randımanı sıfıra düşmüş, tıknefeslikten kımıldayamaz hale gelmiş olanlar, o
da müracaat ettikleri takdirde bakılıp, heyete sokularak çalışma
sorumluluğundan çürüğe çıkartılmaktadır. Bu yüzden, toz hastalığının, maden
işçilerimiz arasındaki miktarını bilmiyoruz.”
|
|||||||||||||||||||
“Bizde bugün durum şöyledir: Maden işçisinin
başlangıç halindeki akciğer veremini ortaya çıkartacak hiç bir önlem
alınmamıştır. İşçimiz bilgisiz, görgüsüzdür. Çoğu MÜKELLEF’tir.
45 gün ocak içinde diğer 45 gün köyünde yaşamaktadır. Ocak onun için bir
külfet, bir çile doldurma yeridir. Bu münavebeli belayı bir an önce
savuşturmayı iple çeker. Ocak içinde hastalansa da, alıkonulmaktan korktuğu
için hertür hastalık ve şikayetini saklamaya çalışır. Üstelik bu gibiler
ocakla köy arasında sürekli bulaşıcı hastalık ve parazit taşırlar. EKİ Sağlık
Teşkilatı Merkez Hastanesi’nin 1938 - 1944 yıllarına ait, röntgen
kayıtlarından çıkartılmış ve akciğer filmleri ile saptanmış verem vakaları
yıllara göre şöyledir:
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
Yukarıdaki sayılar
içinde mükerrer kayda geçirilenler vardır. Havzadaki tüm işçilerin sistemli
ve periyodik bakım ve kontrolleri yapılmadığı için bu rakamlar, maden işçisi arasındaki
gerçek veremli sayısını göstermemektedir. Buna rağmen bu yetersiz rakamlar
bile, 2. Dünya savaşı yıllarında havzada veremin hızla arttığını
göstermektedir.”
|
|||||||||||||||||||
“İşçinin yiyecek durumu: 1943‘ün kış
aylarında, yeraltı işçisinin ekmek ihtiyacının,1/3’ü malay denilen, mısır
unu, tuz ve sudan oluşan nesne ile karşılanmıştır. Gıda değeri sıfıra
yakındır. Üstelik sindirim sistemini bozmaktadır. Bu sırada işçiye verilen
katık da, katran gibi siyah,zehir gibi acı yağlı suda kaynatılmış, çakıl taşı
gibi sert kara bakla, kurtlu nohut ve arada bir taşlı bulgur aşıdır.
Burada, sırası
gelmişken bir olaya değineyim: Bir bayram günü, Liman Yemekhanesi
gözetiminde, kara, yağlı, erimiş zift görünümlü, koca bir kazan dolusu nesnenin,
işçilerin çanaklarına kepçeyle dağıtıldığını gördüm. Ben aynı kazandan örnek
alarak muayene ederken, yemekhaneyi dolduran işçiler çevremi sardılar. Kara
yağlı suda, bezelye iriliğinde tek-tük kara bakla tanelerine çok dikkat
edilirse rastlanıyordu. Bunları değil dişle taşla bile ezmek imkansızdı.
Tattım, zehir gibi acı ve mide bulandırıcıydı. Bu nesnenin yutulması
olanaksızdı. Çevredekiler baklasından denememi önerdiler. Dişlerim
kırılacaktı neredeyse. Bütün işçiler çanaklarına konulan o yağlı kara nesneyi,
ayak yoluna döküyorlardı. Numuneyi bir tasa koyup, doğruca, Sosyal Grup
Müdürüne gittim. Müdür gördüklerine hiç şaşırmadı. “Evet haklısınız,
Mubayaada yanlışlıkla insanın yiyeceği bakla yerine hayvan yemi olarak
kullanılanlardan almışlar.. Ne yapalım bitene kadar bunu kullanmak
zorundayız.“
|
|||||||||||||||||||
1943‘den 1 Mart
1945‘e kadar geçen 26 ay içinde EKİ sağlık teşkilatı merkez hastahanesi
intaniye servisine yatan 212 tifüs vakasından 30’u ölmüştür. Köylerde evcek
hatta köycek geçirilen ve ağrıya yatmak tabiriyle anılan tifüs vakaları bu
sayıya dahil değildir
...........
1 Ocak 1943’den 15
Mart 1944’e kadar hastahanemizin intaniye servisine 89 Çiçek vakası yatmış,
bunların 19’u kara çiçekten ölmüştür.
..........
Mükellefiyet, bir çok
salgında olduğu gibi, zührevi hastalıkların yayılması bakımından da büyük rol
oynamaktadır. Bu itibarla işçi sitelerinin kurulmasının bir faydası da
ameleleri daimi surette evlerine bağlamak ve eşleriyle birlikte yaşamalarını
temin etmektir.
|
|||||||||||||||||||
Maden işçileri
arasında görülen lepra, uyuz ve diğer hastalıkların enbaşında akciğer veremi
gelir. Diğer organların veremlerine de sıkça rastlanmaktadır.
|
|||||||||||||||||||
Bilindiği üzere kömür
havzasında ocaklar, en ilkel usullerle işletilmekte, kullanılan amelenin
ekseriyetini de MÜKELLEF amelesi teşkil etmektedir. Bu mükellef amelesi
Zonguldak cıvarı köy ve kasabalardan devşirilmekte olan ırgat ve küçük toprak
sahibi çiftçilerden ibarettir ki, bunlar da 45 gününü ocakta, 45 gününü
köyünde geçirmekte ve böylece ocakta edindiği melekeyi köyünde kısmen
unuttuğundan, her amele değişiminde bu acemilik yüzünden iş kazaları
nispetsiz bir şekilde artmaktadır. Bir taraftan teknik yetersizlik, diğer
taraftan kemiyet itibarıyla kafi olan işçinin keyfiyetçe eksik bulunuşu iş
kazalarının artmasında önemli rol oynamaktadır.
Bazılarında 600 metre
derinliğe inen ocak içinin özel şartları yüzünden sık sık vukua gelen
göçükler, grizu patlamaları, su baskınları, araba ve varegel kazaları,
havasızlık ve gaz zehirlenmeleri, taramalar arasından düşen taş parçalarının
sebep olduğu yaralanmalar, ocak içi heyelanları ... Bu kazalar meyanındadır.
Bunlardan başka ocak dışında husule gelen vinç, havai hat, tren, otomobil ve
atölye kazaları da bir hayli yekun tutmaktadır. Bütün bu kazalar neticesinde,
baş etrafı, göğüs, karın yaralanmaları,dış ve iç kanamalar, kemiklerin açık
ve kapalı kırıkları, yanıklar, ezikler, boğulmalar ve hatta parçalanmalar her
zaman görülmektedir. Bu çeşit kaza ve kurbanlarının ekserisine ilk yardım
olarak yapılacak şey, yaraları hastahaneye nakledene kadar idare edecek
şekilde sarmak kanama varsa durdurmaya çalışarak bir miktar kan vermektir. Bu
müdahaleler de ocakta kurulacak ilk yardım istasyonlarında
gerçekleştirilebilir.
|
|||||||||||||||||||
Kan grubu tayini
işine, hastahanedeki normal mesai saatleri dışında, muayyen bir bölgeden
başladık. İşçinin vaziyetine uyarak, onun toplu bir halde bulunabildiği
pavyonlarına, gerekli malzeme ile gitmek gerektiğinden, bir nakil vasıtasına
ihtiyaç vardı. Bu iş için bir araba istedik. Önce verdiler, ikinci defa hurda
bir hasta arabası gönderdiler. Üçüncü de bunu da bulmak mümkün olmadı. O
zamanki savaş koşullarında benzin ve lastik buhranı bahane edilse de, kömür
havzasında böyle bir kıtlık söz konusu değildi. Zira, şahıslara ayrılmış
arabalarda yüksek zevatın işle hiçbir ilgisi bulunmayan aileleri özel
ziyaretlerini ve tatil gezmelerini bol bol yapıp duruyorlardı. Eğer bir
tasaruf gerekiyorsa, bunun hayati konulardan önce, şahsi zevklerden yapılması
gerekirdi. Şehirde halk arasında, mühendis eşlerinin, unutulan bir maydonoz
veya limon aldırmak için bile, bu arabalara kilometrelerce yolu kat
ettirdikleri dedikodusu yaygındı.
|
|||||||||||||||||||
İşçi yevmiyeleri: İstatistiklerde, yeraltı
işçisinin gündeliği 200 kuruştan aşağı düşmez, 200 rakamına, havzada çalışan
mühendis, teknisyen, poryon, şef-poryon, sürveyan gibi yüksek
ücretlilerin
aldıkları ile işçi yevmiyeleri harman edilerek, hileli yoldan ulaşılmıştır.
Aslında yeraltı işçisinin gerçek gündeliği 80-120 kuruş arasında oynamaktadır.
Ocak içinde çalışan
işçiler arasında en
yüksek ücret alanlar, LAĞAMCI’lardır. Lağımcıların yevmiyesi 200-300 kuruş
arasındadır. 80 - 120 kuruş yevmiye ile maden işçisinin hiçbir gereksinimini
karşılayamayacağı ortadadır. Yabancı ve yerli sermayenin Zonguldak kömür
havzasını sömürdüğü sıralardaki maden işçilerinin içinde yüzdükleri
sefaletle, günümüz koşullarını karşılaştırmak yanlıştır. Ne yazık ki, aynı
korkunç sömürü, el değiştirmekle beraber, daha yaygın bir biçimde
sürmektedir. istihsaldeki yıllık artış göstergeleri de şişirilmekte, taşlı
topraklı rakamlar, yıkanmış kömür gibi gösterilmektedir.
|
|||||||||||||||||||
Uzman olmadığımı bile bile bana muayeneye
gelen işletme mensuplarına kasten hastanede bulunmadığımı, hasta bakmadığımı,
hatta asistan olduğum, bakma yetkim olmadığını, muayene edecek benden daha
bilgili, uzman hekimlerin bulunduğunu söyleyecek kadar alçalan yetkililer,
hasta bu sözlere rağmen bana muayene olmakta diretir ise, hastaneden
uzaklaştırıldığımı; reçetelerime karşı, muhtevalarına hiç bakmadan, bilimdışı
küçültücü davranışlarda bulunulduğunu üzülerek belirtmeliyim. “On paralık
işçiye, on liralık ilaç yazıyorsun!” anlayışı içinde hekimliğimi engellemeye
çalışanlara diyecek söz bulamıyorum. Ne yazık ki bu sözleri söyleyenler,
diplomalı ve Hipokrat yemini yapmış hekimler!
|
|||||||||||||||||||
Şu olay havzada silikoz meselesine ne kadar
baştan savma yanaşıldığını gösterir: EKİ Merkez Hastahanesi kaleminde,
Amerika’daki Türk sefaretinden gönderilmiş, Amerika’daki silikozlu hastalara
Aliminium Hydroxide tozu inhalation’unu öneren bir yazıyı ve buna EKİ Merkez
Hastahanesi göz uzmanının verdiği cevap yazısını görmüştüm. Cevap yazısı
şöyleydi: “Kömür Havzamızda silikoz musabı, üzerinde durulmayacak kadar
azdır!” (Ne malum? diye hiç sormazlar mı adama?) Arazinin jeolojik
hususiyetleri icabı bu mıntıkada silikoza, başka memleketlerdeki kadar sık
rastlanmamaktadır. Esasen, halen tecrübe mahiyetinde bulunan bu gibi
usullerin, büyük masraflar isteyen tatbiki işinden de fazla bir fayda
umulmamaktadır.”
|
|||||||||||||||||||
Maden işçimiz yalnız protein eksikliği ile
kalmayıp, yiyecek, giyecek, bakım ve temizlik
yetersizliği içinde
kıvranmaktadır. Kolektif kalemlerin gerçek dışı rakam şişirmeleri ve 1943
yılında ameleye günde
ortalama 3,557 kalori, 1944 ‘ de 3,555 kalori, 1945’ de 3655 kalori
tutan yiyecek
verildiği yollu beyanları, gerçekle taban tabana zıttır. Kaldı ki bu rakamlar
bile
maden işçisinin
günlük kalori gereksinimini eksik karşılamaktadır. Ortalama bir insana günde
basale)
metabolizmasını karşılamak için yani hiç iş yapmadan yaşamını sürdürmek için,
gerekli kalori
1.600’dür. Maden işçiliği gibi 8 saatlik ağır bir işte çalışanın ayrıca 4000
kaloriye gereksinimi
vardır. Toplam olarak bir maden işçisi, sağlıklı beslenmek için 5,600
kalori (günde)
almalıdır.
|
|||||||||||||||||||
Günümüzde, sözde, işverenden yani EKİ’den
bağımsız bir kuruluş gibi görünen ve ancak böyle bağımsız kaldığı sürece
kendisinden beklenen işi yapabilecek olan Zonguldak Amele Birliği Yardım
Sandıkları aslında idare heyeti ve çalışma mekanizması ile işverenin uydusu
durumundadır. Uyguladığı nizamname de ünlü Dilaver Paşa Nizamnamesinin hemen
hemen aynıdır. Amele Birliği İdare Heyetinin, her bölgenin işçisi tarafından
seçilerek oluştuğu talimatnamesinde yazılıdır. Ancak bu idare heyetini
seçecek olan işçinin eline, önceden adları-sanları matbaada bastırılmış oy
pusulası tutuşturulur. İşçi bu oy pusulasında yer alan kişileri asla
tanımamaktadır. Formalite gereği olsun bir tanıtmaya da gerek duyulmaz. Ben
böyle seçimlerden birine Gelik Bölgesi’ndeki dispanser hekimliğim sırasında
tanık oldum. O gün ocak ağzı bayraklarla donatılmıştı. Ne bayramı olduğunu
sordum, Amele Birliği için seçim yapılacağını söylediler. Ocaktan çıkan işçi
lambane önünde sıraya konuldu. Sandık başında bölgenin Nahiye Müdürü, bölge
baş mühendisi, ocak katibi ve ileri gelenler yığılmıştı. Oylamayı İktisat
Müdürlüğünden özel olarak görevlendirilmiş bir memur yönetiyordu. Ocaktan
çıkan işçi, lambaneye lambasını bırakıp, numarasını alırken, eline matbu oy
pusulası tutuşturuluyor, o da hemen oracıktaki sandığa bu ne olduğunu
bilmediği kağıdı atıp gidiyordu. Kimi, yedeğinde sürüyüp getirmek zorunda
olduğu huysuz katırı için de, sandığa atacağı bir pusula dahi istemeye
kalkıyordu. Kendisine sorulduğunda bu attığı kağıdın yiyeceği ile ilgisi
olduğunu sandığını, bu yüzden de katırın yemi için bir tane de katır adına
sandığa kağıt atmak isteğini söylüyordu. Kimi pusulayı almak istemiyor,
cebinden zorla çıkarıp, sandığa söylenerek para atmaya kalkıyordu. Oy
pusulalarından birine baktım; başa iki mühendis ile, onların altına ihtiyar
bir şefporyon adları basılmıştı. O sırada sandık yanındaki genç
şefporyonlardan biri gülerek, yanındaki arkadaşına; “Yahu bu adam, geçen yıl
ocakta ameleden yolsuz para almaktan işinden atılmamış mıydı?” diyordu.
Başkaları da, aynı listenin geçen seçimde de aynen kullanıldığını belirtti.
İşte böylesine komik
bir seçimle getirilen işçi temsilcileri, Amelebirliği İdare Heyeti’ni
oluşturuyordu.”
|
|||||||||||||||||||
Dosdoğruların yazmış olduğu
makaleler maden işçilerinin durumunu açık açık anlatmaktadır. Makalelerin
tümünü yansıtma şansımız olmadığı için bazı bölümlerini aktardım.
Dosdoğruların makalelerinde sıkça söz ettikleri “Kolektif Kalemler” o
dönemlerde maden işçilerinin korkunç durumlarını saklamaya çalışıp, yazdığı
makalelerle “Alkışoğlanlığı” yapanlardır. Bunlarla ilgili
ileriki dönemlerde ayrıca bir makale hazırlanacaktır.
Yazdıkları makaleler için
Dosdoğrulara yapılan baskıların bir kısmı makalelerin içinde
belirtilmektedir. Makalelerin 1945 yılının Aralık ayında aniden kesilmesinin
nedeni sistemin muhalefeti yok etmek için yapmış olduğu
baskılardır.
Önce “TAN GAZETESİ” hedef
alındı. O tarihlerdeki bir olayı yansıtırsak konuya netlik kazandırmış
oluruz.
Tan Gazetesi’nin muhalefet olduğu
gibi birde “TANİN GAZETESİ” vardır. Bu gazete sistemin borazanı
durumunda olup, zaman zamanda kışkırtıcılık yapmaktadır.
Tan Gazetesi’nin yazarlarını hedef
alan bir polemik kampanyası açılır. Kampanyanın başını Peyami Safa,
Hakkı Tarık Us ve Hüseyin Cahit Yalcın çekmektedir.
Diğer bir borazan gazete de “ULUS
GAZETESݔdir.
İlk tarihler Tanin
Gazetesi’nin 3 Aralık 1945 tarihli yayınında CHP Mebusu Hüseyin
Cahit Yalcın’ın“Kalkın Ey Ehli Vatan” başlıklı yazısıyla
başlar.
“Dünyanın hiçbir memleketinde
bundan daha fazla matbuat hürriyeti olamaz. Beşinci kolon varsın, memlekette
matbuat hürriyeti yok diye feryat etsin. Varsın fikir hürriyeti yok diye
şikayet etsin. Bu işte cevap hükümete düşmez . Söz eki kalem tutan
gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır.”
Bu yazıya “Tan Gazetesi”nde
Sabiha Sertel “Gazeteden değil, Kamuoyundan Korkmalı” başlıklı
yazısı ile şu cevabı vermiştir;
“İstanbul Halk Partisi Başkanı,
hükümet gazetecilerini davet ederek bir toplantı yapmış. Bu toplantıda
gazetecilere , muhalif gazetelerle mücadeleye devam tavsiyesinde
bulunmuş.(.....) Yapılan yayınlar, eğer halkın isteklerini dile getiriyorsa,
tesir yapar. Eğer halkın düşünce ve menfaatlerine aykırı ise, kendi kendine
erir gider. Mevcut muhalefet gazetelerine karşı partili gazetelerin
kopardığı, koparacağı gürültü ve kıyamet , halkı ne aldatmaya, ne de şaşırtmaya
yeter. Gazetelerden değil, halktan korkunuz”
“Tan Gazetesi” de bu yazının yayınladığı gün, Halk Partisi’nin ve
Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun İstanbul parti örgütüne verdiği emir üzerine,
üniversite öğrencilerinin bazıları olarak iddia edilen bir gurup Tan,
Görüşler, Yeni Dünya, Gün, La Turguie gibi gazete ve dergilerin büro ve
matbaalarını basarak her şeyi yıkıp parçalamışlardır. (Türkiye’de Gençlik Hareketleri –Alpay Kabacalı-Altın
kitaplar-1992)
Muhalefet yapan yayın organları bu
şekilde susturulduktan sonra, doğal olarak bunun da savunulması
gerekmektedir. Bu görev de zamanın CHP’sinin resmi yayın organı olan ULUS
GAZETESİ’ne ve onun baş muharriri Falih Rıfkı Atay’a düşmüştür. (Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945- Doç.Dr. Çetin
Yetkin-Altın Kitaplar Yayınevi 1983) Bu
konu hakkında geniş bilgi sahibi olmak isteyenler, 6 Aralık 1945 tarihinde
yayınlanan Ulus Gazetesini veya alıntı yaptığım kitabı okumalıdır.
Gazeteler bu şekilde
susturulduktan sonra akla ilk gelen soru Doktor Dosdoğrulara ne olduğu
onların nasıl bedel ödediğidir.
“1946 Tevkifatı” diye tarihe kayıt olmuş bir tutuklama vardır. İkinci
dünya savasının bitiminde Dünyada ki bir takım dengelerin altüst olması
nedeniyle Türkiye açısından da bir parça demokratikleşme gündeme gelmişti,
yaslarda bazı değişiklikler yapılarak sınıf esasına dayalı parti ve
derneklerin kurulmasına olanak tanınmıştı. Buna rağmen 141 ve 142 nci
maddeler yerli yerinde bırakılmıştı. Çok geçmeden bu maddelere dayanılarak
muhalefet “Sansaryan Hanı”na toplanıyor. Belli ki bir parçacık da
olsa demokrasi kırıntısı iktidara fazla gelmiş geri almıştı.İşte bu meşhur
1946 Tevjkifatı’nda o dönemin iki meşhur insanı da tekrar karşı karşıya
geliyor. Bunlardan birisi Meşhur işkenceci Parmaksız Hamdi,
diğeri ise Şefik Hüsnü Değmer’dir.
O tevkifatda Sansarsan Han’da
işkence görenlerden bir kişi daha vardır ki, işte onlardan birisi bizim de
merak ettiğimiz Doktor Hulusi Dosdoğru’dur.
|
|||||||||||||||||||
“Şefik Hüsnü, Yaşamı, Yazıları,
Yoldaşları” isimli kitaptan bir bölüm
aktarırsak Doktor Hulusi Dosdoğru’nun nasıl bedel
ödediğini anlarız.
“Şefik Hüsnü’ye 1946 Tevkifatında
Uygulanan ‘Uykusuzluk İşkencesini’ Dr. Hulusi Dosdoğru anlatıyor:
..Dr. Değmer’i tam 16 gün, herkesin gözü
önünde uykusuz bıraktılar. Önce hücre kapısının önüne aralıksız bir iskemle
oturtup, hücre kapısını da açık bırakarak, yatağını gösterir vaziyette
bıraktılar. Başına dikilen nöbetçinin görevi, doktoru uykusuz bırakmaktı.
Yemek, içmek, ayakyoluna gitmek serbestti. Görevliler her altı saatte bir
değişiyor, gece nöbetine gelenler ise uyumamak için önlem aldıklarını
söylüyorlardı. Dr. Değmer her türlü azotlu gıda almayı kesmişti. Tuzu da
kestiğini söylüyordu. Şüphesiz bunlar uykusuzluk işkencesine karşı hekimce
alınmış önlemlerdi. İşkence uzadıkça böbreklerinin çalışması hızlanıyor ve bu
yüzden vücuttaki su ile birlikte gıdalardan gelen zehirli artıklar
birikiyordu. Böylece uykusuzluk işkencesi giderek zehirlenmeye dönüşüyordu.
Nöbetçiler koluna bir ip bağlayıp, karşısına geçerek onunla apuk sabuk
konuşuyorlar, uykusunu kaçırıp , arada bir de konuşta kurtul diyorlardı.
Öteki hücrelerin bilhassa kapıları açık tutularak herkesin bu işkenceyi
görmesi sağlanıyordu. Giderek doktoru ayakta tutmak h güçleşiyor, op zaman
onu ayakta tutmak için, dürtüp, hırpalıyorlar, yüzüne su döküyorlar, kaldırıp
yürütüyorlar ve omuzlarından tutup sarsıyorlardı. Sobanın başında ayakta
tutulan doktorun giderek o sıcakta daha çok uykusu geliyordu. Ama Değmer’in vücudu
şişmeye başladı. Doktor Değmer bağırıyordu: Ölüyorum, beni doktora götürün,
sizde insaf yok mu!
Bunun üzerine bir
beyaz gömlekli getirdiler, yalancıktan tansiyonunu ölçtü. Sizi
sakinleştirecek bir ilaç vereyim, dedi. Değmer kızdı, ben uyumak istemiyorum,
nerede ise komaya gireceğim, söyleyin kessinler şu işkenceyi. Beyaz gömlekli
gitti. Bu durum artık bizim içinde işkence olmuştu. 16. gün doluyordu. Artık
Dr. Değmer iskemlenin üzerine külce gibi yığıldı. İnim inim inliyordu. Tüm
hırpalamalara, dürtmelere hiçbir tepki göstermiyordu. Kafasına soğuk su
dökmelerde etkilemiyordu. Parmaksız Hamdi başta olmak üzere , birkaç görevli
telaşla doktorun başına dikildiler. Parmaksız, Değmer’in başını tutup
kaldırdı. Yüzü şişmiş, gözleri kapanmıştı. Kulağına eğilip, sonunda inadınla
bizi yendin, diye bağırdı. Ardından yatağına yatırılmasını emretti.. (Doktor Hulusi Dosdoğru. Atilla Akar. Eski Tüfek
Sosyalistler. İletişim Yay. 1989. sy.92-93)
Doktor Hulusi Dosdoğru 1946 Tevkifatında ağır işkencelerden geçmiş uzun süre
tutuklu kalmıştır.
1946 Tevkifatından geçen bir başka
tanıdığımız kişi de Zihni Anadol’dur. Geçtiğimiz yıllarda vefat
etmiştir.
Zihni Anadol, Zonguldak’a son gelişinde yapmış olduğu konuşmada
sözlerine Dosdoğrular’ı saygıyla andığını söyleyerek başladı. Salonu dolduran
insanların büyük çoğunluğu bu isimleri tanıyamamıştı.
Oysa o salondaki toplantı “Demokrasi
ve Sosyalizm” adına yapılmıştı. Şayet bu saygıdeğer insanları,
Zonguldak maden işçileri ve kendilerini demokrat, sosyalist, devrici şeklinde
ifade eden insanlar; hak eden, hak etmeyen olsun belirli şahıslara anma günü
ve isimlerine ödüllü yarışma düzenleyenler, sık sık demokrasiden ve demokratlıktan
söz etmek istiyorlarsa bunun yolu, öncelikle “Bedel alarak”
değil “bedel ödeyerek” yazanları ve mücadele edenleri
hatırlamaktan geçer.
Dosdoğrular İstanbul’da Erenköy’de
yaşamaktaydılar. Ben kendilerine telefonla ulaşabildiydim. O günleri yaşamlarının
en onurlu günleri olarak kabul ediyorlar. Kendilerine maden işçileri adına
selamlarımı ve şükranlarını belirttiğim zaman; “Biz onların bir
tanesini bile hastalıktan ve ölümden kurtarabildiysek bu mutluluk bize
yeter” dediler.
Geçen seneler önce Hulusi
Bey’i ve bir yıl sonrada Sabire Hanım’ı ard arda kaybettik.
Hulusi Dosdoğru’nun diğer iki kitabından ilki (Batı
Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir) adını taşımakta,
diğer bir kitabı da, (6/7 Eylül Olayları.
Bağlam Yayınları. Ekim 1993) ismindedir.
Özellikle bugünlerde ülke ve
Zonguldak’ın durumu meydandadır. Aynı geçmişteki gibi bir takım gerçekler
günümüzün alkışoğlanları tarafından çarpıtılmakta adeta her şey güllük
gülistanlık gösterilmektedir.
Bu alkışoğlanların ibret alması
için Şubat 2002’de Demokrat Çaycuma Gazetesi’nde yayınlanan bu
yazıyı ufak tefek değişikliklerle tekrar yayınlamakta yarar gördüm.
Hulusi ve Sabire Dosdoğrulara
şükran ve saygılarımı sunarım
|
Yorumlar