KASTAMONU İSTİKLAL MAHKEMESİNDE

Kastamonu İstiklal Mahkemesinin çalışma sahasında Zonguldak ve dolayısıyla Ereğli ile ilgili mahkeme kayıtları oldukça fazladır.Genelde asker kaçakları ve verilen değnek cezası ibaresi dikkat çeker. Sadece aşağıda ki bir örnek sizi fazlasıyla fikir sahibi edebilir.Bu konu ile ilgili bir makale çalışması içindeyim bitince buradan paylaşacağım. Örnek Karar : Karar Numarası : 746 Esas Numarası : 38/724 Dosya Numarası : 12/358 İcabı bi’l-müzakere: Muhakemeleri icra kılınan Ereğli Karakavuz karyesinden Kostantin oğlu İstefan, İliya oğlu Yorgi, İliya oğlu Nikola’nın firar eylediği künye meşruhatı ve kendi itiraflarıyla sabit olduğundan ikişer yüz değnek darblarıyla Diyarbekir İnşaat Taburuna sevklerine ve işbu hükmün li-ecli’l-infaz Kastamonu Kalem Riyasetine tebliğine 13/7/38 tarihinde müttefikan karar verildi. Trabzon Saruhan Mebusu Canik Mebusu Nebizade Ahmed Hamdi Mustafa Necati Hamdi Şimdi sizi bu konuda bir makale hazırlayan Kemal KOÇAK Bey'in yazısı ile baş başa bırakıyorum.
KASTAMONU İSTİKLAL MAHKEMESİNDE Emekli Öğretim Üyesi (Yard. Doç. Dr.) Eğitimci-Bürokrat-Akademisyen GİRİŞ Millî Mücadele, Türk’ün fert ve millet olarak gösterdiği büyük fedakârlıklarıyla tarihe mal olmuş bir dönemin adıdır. Bu dönem, birçok tarihi vaka, tartışma ve konuyu içermektedir. Bu dönem, ferdi bulunduğu ortam içinde bir seçim yapmaya/taraf belirlemeye mecbur kılmıştır. Birinci tercih/seçenek, Düveli Muazzama/Emperyalizm/Osmanlı Saltanatı/İstanbul Hükumeti emrinde/tarafında hâkimiyetini ve istiklâlini devam ettirecek bir konum belirlemekti. İkinci tercih/seçenek ise Kuvay-ı Millîye/Türk Milliyetçileri yanında “Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyerek asi olmak veya ölmeyi göze almaktı. Enver Behnan ŞAPOLYO [1], genç yaşında bu iki seçenek arasında tercihini Kuvay-ı Millîye’den yana kullanmıştır. Kuvay-ı Millîyecilere katılarak Istıranca bölgesinde Yunan kuvvetlerine karşı askeri vazife üstlenmiştir. Bir müddet sonra İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katılmak ister. Mim Mim (Millî Mücadele) Grubu’nun yardımıyla İnebolu’ya geçer. İnebolu-Kastamonu hattında, cepheye cephane ve erzak taşıyan Kağnı Kolları’nda komutanlık vazifesiyle “Türk İstiklâl Mücadelesi”nde hizmet eder. Bu zaman aralığında yaşadıklarını eserlerinde işleyerek bir dönemin siyasî ve askerî yapılarının durumunu, bir fert olarak kendi düşünce ve ruh halini, Anadolu’daki fertlerin düşünce ve ruh hallerini örneklerle açıklar. Tanık olduğu olaylar, yerler ve kişiler hakkında verdiği (sosyo-ekonomik, kültürel) bilgiler, bizlere ve araştırmacılara Millî Mücadele’nin ferdi ve sosyal yönlerini farklı bir bakış açısıyla inceleme-değerlendirme imkânı vermektedir. Aşağıda, “Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967” künyeli eserin 50-56’ncı sayfaları arasında, Kastamonu İstiklal Mahkemesinde yapılan yargılamaya dinleyici olarak katılan Enver Behnan ŞAPOLYO’nun gözlem, düşünce ve değerlendirmelerinden bölüm; kendi dilinden okumak, anlamak, incelemek ve değerlendirmek zevkini tatmanıza katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur. ---***--- KASTAMONU İSTİKLAL MAHKEMESİNDE [29 Nisan 1336 (1920) tarihli Hıyaneti Vataniye Kanunu]na göre Kastamonu’da da bir İstiklal Mahkemesi kurulmuştu. İlk defa Kastamonu İstiklal Mahkemesine Menteşe Mebusu Doktor Tevfik Rüştü, Kozan Mebusu Fikret, Saruhan Mebusu Refik Şevket betler seçilmişti. İkinci defa olarak gelen mahkeme heyeti Saruhan Mebusu Mustafa Necati, Trabzon Mebusu Nebizade Hamdi, Çankırı Mebusu Neşet beylerden müteşekkildi. Bu mahkemenin salahiyeti Kastamonu, Bolu, Sinop, Zonguldak ve Çankırı’ya kadar uzanıyordu. Ayrıca Ankara’da, Konya’da, Adana ve Kayseri’de de İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştu. İstiklâl Mahkemeleri vatan hainlerini, asker kaçaklarını, isyan edenleri mahkeme ediyordu. Bu mahkemelerin azaları hep mebuslardan seçilmekte idi. Bu mahkemeler ne Nizami mahkemeler ne de Divanı Harplerdi. Bu mahkemeler vatan hainlerini süratle, şiddetle cezalandırmak üzere kurulmuştu. İstiklâl Mahkemeleri kararı, vatanın selâmeti esasına dayanıyordu. Karar azaların vicdanına bırakılmıştı. Mahkemenin cezaları esas olarak üç noktada toplanmakta idi. Yüz sopa, idam, affa uğramaktı. Hapis cezası görenler pek azdı. Kararların temyizi yoktu. Avukat da tutamazlardı. İstiklâl Mahkemelerinin kararlarında yalnız memleketin yüksek menfaati göz önünde tutuluyordu. Vatan hainleri, hiç merhamet edilmeden cezalandırılıyordu. Bir gün [Kastamonu] İstiklâl Mahkemesini dinlemeye gittim. Mahkeme bir bahçe içinde taş bir binada idi. Bir salondan içeri girdim. Ön tarafta iskemleler, arka tarafta ise yemekhane sıraları dizili idi. Bir köşeye oturdum. Karşıdaki duvarda bir levha üzerinde şunlar yazılı idi: “Mücadelesinde yalnız Allah’tan korkar!” Bu yazının altında ise bir Türk bayrağı asılı idi. Mahkemenin kapısında da (Türkiye Büyük Millet Meclisi İstiklâl Mahkemesi) levhası bulunmakta idi. Bu bayrağın önünde mahkeme heyeti için bir kürsü vardı. Biraz öteye de kâtip için bir masa konmuştu. Maznunlar için de bir yemekhane sırası duruyordu. Heyecan içinde bu İstiklâl Mahkemesinin açılmasını bekliyordum. Biraz sonra salonda bir kımıldama oldu. Dinleyiciler ayağa kalktı. Başında siyah bir astragan kalpak, siyah avcı ceketli, uzun boyunlu, iri vücutlu yağız birisi ilerledi. Bu mahkemenin reisi Mustafa Necati beydi. İki kalpaklı aza da reisi takip ettiler. Birisi Çankırı Mebusu Neşet, diğeri de Trabzon Mebusu Nebizade Hamdi beydi. Mahkeme kâtibi de gelip yerine oturdu. Reisi derhal tanıdım. O da beni tanıdı. Yunanlılar İzmir’e girince birçok genç, Balıkesir’e kaçmışlardı. Bunlar arasında Mustafa Necati ve Vasıf Çınar da bulunmakta idi. Bu iki genç İzmir’de öğretmenlik etmekte idiler. Her ikisi de Türk Ocağı azası olduklarından birer heyecanlı vatanseverlerdi. İşgali müteakip bu gençler Balıkesir’e kaçıp, burada İzmir’e Doğru adlı bir gazete çıkarmışlardı. Bir aralık Mustafa Necati ile Vasıf Çınar İstanbul’a gelerek Türk Ocağı’na uğramışlardı. İşte o zaman Necati beyle tanıştım. Biraz sonra kapıda beklemekte olan polis komiserlerinden Çankırılı Tahir beye: - Maznunlar gelsin! Dedi. Hapislerin ayaklarındaki prangalar çözüldü. Biraz sonra üç kişi içeri girdi. Bunlardan biri Kayserili bir Ermeni, ikincisi Zonguldaklı bir Rum, üçüncüsü de İnebolulu bir ihtiyar Türk’tü. Üçü de ayakta, fakat Ermeni ile Rum tir tir titriyordu. Sakallı ihtiyar ise tunç bir heykel gibi gözlerini reise dikmiş bekliyordu. İstiklâl Mahkemesi reislerinin gayet kısa sualleri vardı. Hemen her maznuna şu sualler soruluyordu: - Adın ne? - ……… - Babanın adı ne? - ……… - Nerelisin? - ……… - Hangi muharebelere iştirak ettin? - ……… - Evli misin, kaç çocuğun var? - ……… - Bak senin için ne diyorlar? Dedikten sonra, derhal kâtip tarafından maznun hakkında rapor ve fezleke kısa cümlelerle okunuyordu. Maznun zabıtları dinledikten sonra, reis yaptığı hıyanetin sebeplerini soruyordu. Duruşmaya Kayserili Ermeni’den başlandı. Ermeni’nin suçu şu idi: Birinci Cihan Harbinde asker kaçağı imiş, bu sırada birçok cinayetler işlediğinden idama mahkûm edilmiş, fakat ele geçirilememiş. Mütarekeden sonra memlekette serbest dolaşmaya başlamış. Millî Mücadele başlar başlamaz dağa çıkmış. Yol kesicilik yapmış. Nihayet Kastamonu ormanlarına dalmış. Burada aç kalmış. Ormanın yakınında bulunan bir yaylada bir çoban hayvanlarını otlatıyormuş. Bu Ermeni eline geçirdiği bir balta ile çobanı parça parça etmiş. Maktulün cesedini ortadan kaldırmak için de ateşte yakmış. Sürüden bir koyun keserek onu da bu ateşte pişirmiş. Çobanın dağarcığında bulunan bazlamalarıyla yoğurdunu da yiyerek karnını iyice doyurmuş. Boğaz tokluğuna bu cinayeti işlemiş. Bu asker kaçağı, zaman zaman eline geçirdiği silâhlarla türlü cinayetler işlemiş… Reis: - Bu yaptıklarına ne dersin? Çobanı niçin öldürdün? Diye sorduğu zaman, iki bacağının titrediği hâlâ gözümün önündedir. Kendisini müdafaa için ancak şunu söyledi: - Cahillik ettim efendim. Diye suçunu itiraf ederek affını diledi. Bu asker kaçağı caniye başka bir şey sorulmadı. İkinci sanığa geçildi. Bu da orta yaşlı Zonguldak’ta fırıncılık eden bir Rum’du. Suçu şu idi: Bu memlekette doğup büyüdüğü, bu vatanın içinde para kazanıp zengin olduğu halde, kendisini, Türk, Rum, Ortodoks addetmeyip Yunanlı olduğunu hissederek daima sevgisini bu dış memlekete bağlamış, Türkçe konuşmuyor. Çocuklarına Yunanca öğretiyor, Yunan gazeteleri okumak suretiyle bu memleketin maşeri vicdanından daima ayrı yaşıyor, buna gayret ediyordu. Bunlara delil olmak üzere Yunanlılar İzmir’e çıkıp Türk halkını öldürerek İç Anadolu’ya ilerlediği zaman, iki oğlunu Yunan ordusuna gönüllü göndermiş, Yunanlılar bu yerli Rumlardan (Yangıncı Alayları) teşkil etmişlerdi. İki oğlu, bu yangıncı alayına dâhil olmuştu. Bununla da kalmayıp Yunan hükumetine her ay bir miktar para vermeyi taahhüt etmişti. Bir aralık bu parayı göndermeyince, Yunan hükumeti bir mektupla bu Rum’dan istemiş, bu mektup da bizim gizli polis teşkilâtının eline geçmiş. Bu Rum’un evinde araştırma yapmışlar. Evinin bir odasındaki duvara Ayasofya’nın resmi, camiin minareleri yıkılmış, bir çan kulesi yapılmış, diğer duvarda ise Yunan zırhlısı Averof’un resmi asılı imiş. Bu resmin üzerinde (Rum milletini Türk zulmünden kurtaran Averof) yazılı imiş. O, Rum milleti ki, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in şu fermanına lâyık olmuştu: “Ben ki emiri azam Sultan Murat’ın oğlu padişahı muazzam ve emiri azam Sultan Mehmet’im. Halikı arz u asuman namına, büyük peygamberimiz namına, biz Müslümanların mutekit olduğumuz sebulmesani namına, Allah’ın yüz yirmi dört bin peygamberi namına, büyük babamın ve babamın ruhuna, oğullarımın, kuşandığım kılıç aşkına yemin ederim ki, İstanbul Rumları ve Galata ahalisi kilise ve dualarını muhafaza edeceklerdir. Yeniçeri sınıfına evlatlarını almayacağım, dinimizi kabul etmeleri için asla cebir gösterilmeyecektir. Kendilerini bir köle gibi idare etmeyeceğim. İşlerini görmek için içlerinden birini seçeceklerdir. Hiçbir angaryaya tabi olmayacaklardır. Bu kanun ve adetler bugünden itibaren ve müebbeden baki kalacaktır. Ben onları kendi şahsım gibi himaye ve müdafaa edeceğim. İşbu berat hilkati âlemin 6961’inci hicretin 857’nci senesi Cemaziyelevveli evahirinde yazılmıştır.” Tarihte yeni bir çağ açan, bu kadar büyük bir fetih ve zaferin başında Fâtih’in Hristiyanlara verdiği bu ferman gibi, hangi medeni bir ülkenin tarihinde böyle şanlı bir vesika vardır. Hâl böyle iken, asırlar boyu bu muazzam lütfa mazhar olmuş Rum milleti, Fâtih’in torunlarına hıyanet ediyor, bu asil milleti mahvetmek istiyordu. Bu âlemlerin yaratıcısı çok adildir, pek yakında onun adaletinin tecelli edeceğine bu yaralı millet inanıyordu. Bu yerli Rum’un evinden birçok mektuplar çıktığından, hain ve casus olduğu anlaşılmıştı: Tanzimat’tan beri şımartılan azınlıklar, Türkleri arkadan vurmak istiyorlardı. Hâlbuki o günler çoktan geçmiş, Türkler dostunu ve düşmanını tanımıştı. Bizi herkes mukadderatıyla baş başa bırakmıştı. Bu mahkemeyi dinleyenler, heyecanından yerinde duramıyor, bu vatan hainlerine verilecek kararı sabırsızlıkla bekliyordu. Reis: - Bunlara ne dersin? - O resimler benim değil, oğullarım Yunan ordusuna haberim olmadan kaçtılar. İhtiyarım, beni affedin! Diye bir avukat gibi kendini müdafaa ediyordu. Bunlardan sonra bir Türk’ün mahkemesine geçildi. Bu ihtiyar İnebolu’nun Çatal nahiyesinden bir köylü idi. Bu ihtiyar pek sakindi. Reis sordu: - Baba, sen cepheden kaçan asker oğlunu evinde saklamış, bir asker kaçağına yataklık etmişsin! Deyince, köylü gözlerini reise dikti. Fesuphanallah, der gibi başını salladıktan sonra, elini koynuna sokarak, birkaç kafa kâğıdı çıkardı, sonra reise: - Reis bey! Şu kafa kâğıtlarının içini okursan, bana dediğinden utanırsın! Reis: - Neden? - Bu nüfus kâğıtları, Balkan ve Umumi Harpte şehit düşen oğullarıma aittir. İki tane arslanımı bu millet uğrunda şehit veren baba, üçüncü oğlunu bu ölüm dirim harbinde bir kahpe saklar gibi gizlemez reis bey!.. Diye gözlerini açtığı zaman salon inledi. Bu kahramanlık sahnesi pek heyecanlı idi. Memleketin hakiki sahibi konuşuyordu. Ben heyecanımdan titredim, hâkimler dondu. Bu, Anadolu’nun bekçisi ihtiyar, bin bir yamalı mavi mintanını birdenbire yırttı. Çıplak ve kıllı göğsü göründü, ne olacak diye hep bakıyorduk: - Yakın gel de şu kalbura dönmüş göğsüme bak. Burada ne çok kurşun yarası göreceksin. Ben bu yaraları çeşitli düşmanlardan aldım. Bağrım yaralıdır. Ben nasıl olur da son oğlumu asker kaçağı olarak saklarım. Ben bunu yapamam. Bu gavurlar gibi hain değilim, hem beni bunlarla niye yanyana oturttunuz!.. Diye şikâyette bulunduğu bir sırada, bir polis komiseri içeri girerek reise bir kâğıt uzattı. Bu kâğıdı okuyan Necati Bey ağlamaya başladı. Sonra: - Baba, küçük oğlun da İnönü’nde şehit düşmüş. Affedersin, ilmühaberi şimdi bana geldi. İhtiyar: - Millet sağ olsun. Siz arslanlarım sağ olun!.. Dediği zaman, ateşin bir milliyetçi olan Necati Bey kendini kaybederek: - Baba bizi affet. Bir yanlışlık olmuş. Türk hain olamaz! Diye ağlıyordu. - Baba serbestsin, köyüne gidebilirsin! - Sağ olun! Diyerek, mahkemeden çıkıp gitti. Bu kahramanlık sahnesi hepimizi ağlatmıştı. Diğer iki mahkûmu alıp gittiler. Eğer sanıklara karar bildirilmezse idam olunurlardı. Yarın sabah Rum’la Ermeni idam olunacaktı. Bunların kararını idam sehpasının önünde okumak adetti. İstiklâl Mahkemesinin bu oturumu bize korkudan ziyade, bu memlekete hıyanet edenlere karşı mücadele etmek kuvvetini kamçılamıştı. Vatan hainlerine merhamet edilmemek lâzımdı. Biz onları öldürmez isek, onlar bizi daha feci şekilde öldüreceklerdi. Davamız çok büyüktü. Ölüm ve dirim savaşına girmiştik. Batıdan düşman kanlar dökerek, ocaklar söndürerek geliyordu. Vatanın dört tarafı ateşten bir çemberdi. Her taraf yanıyordu. Ayrıca bir de içimizdeki düşmanlarla uğraşmak… Ne güç ve acı idi. [2] DİPNOTLAR (*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.com, drkkocak@gmail.com [1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Enver_Behnan_%C5%9Eapolyo [2] Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967, s. 50-56

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KDZ.EREĞLİ İLE İLGİLİ KİŞİ, LAKAP,YER ADLARI VE DEYİMLER

ZONGULDAK DOĞUMLU TÜRK POPU’NUN İLK STARLARINDAN AY-FERİ

BİR İSYANIN ANATOMİSİ;DEVREKLİ SAHTE KADIN PEYGAMBER DUDU HATUN İSYANI İLE KIZLAR DERESİ EFSANESİNİN BAĞLANTISI