AHMET NAİM ÇILADIR’IN ÖYKÜLERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME
AHMET
NAİM ÇILADIR’IN ÖYKÜLERİ ÜZERİNE BİR İNCELEME
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi,
Yıl: 2, Sayı: 2/2, Haziran 2014, s. 335-347
FATİH SAKALLI
(Doç. Dr., Gazi
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
fsakalli@gazi.edu.tr)
ÖZET
Ahmet Naim Çıladır, Türk edebiyatında
maden işçilerinin hayatlarını konu olarak ele alan ilk yazardır. Hikâyelerinde
Zonguldak ve çevresinde hayatlarını sürdüren insanların yaşantılarına yer
verir. Kuduz Düğünü (1968) adlı kitabında toplanan hikâyeleri, birkaç hikâyenin
eklenmesiyle 2009 yılında Ateşnefes adıyla tekrar yayımlanır. Bu makalede Ahmet
Naim Çıladır’ın hayatı, eserleri ve sanat anlayışından söz edildikten sonra
öykücülüğü başlığı altında Ateşnefes adlı kitapta toplanan on iki öyküsü;
içerik, bakış açısı ve anlatıcı, dil ve üslûp başlıkları altında ele
alınacaktır. Sonuç bölümünde ise Ahmet Naim’in Türk öykücülüğündeki yeri
hakkında bir yargıya varılmaya çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: Ahmet Naim Çıladır,
Öykü, İnceleme, Ateşnefes
AN
ANALYSIS ON THE STORIES OF AHMET NAİM ÇILADIR
Abstract
Ahmet Naim Çıladır is the first author
in Turkish literature to deal with lives of mine workers as a theme. He uses
the lives of people who live in Zonguldak in his stories. The stories compiled
in the book called Kuduz Düğünü (1968), together with added stories, was
published in 2009 with the title Ateşnefes. In this study, after speaking of
the author’s life, his works and artistic approach, the twelve stories compiled
in the book Ateşnefes are going to be examined about content, point of view,
narration and stylistic under the title “his storywriting”. As fort he
conclusion chapter it is intended to conclude the point of Ahmet Naim Çıladır
in Turkish storywriting.
Key words: Ahmet Naim Çıladır, Story,
Analysis, Ateşnefes.
GİRİŞ
Ahmet Naim Çıladır, 1904 yılında
İstanbul’da doğdu. İlkokulu, Eyüp Sultan Reşadiye
İlkokulu’nda liseyi Konya Sultanisi’nde
okudu. Kendi çabasıyla Fransızca öğrendi. Askerlik
görevini yaptıktan sonra Zonguldak
Ticaret Odası’nda ve Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde uzun yıllar çalıştı. Bu
işletmenin istatistik şefi iken 1957’de emekliye ayrıldı. Öyküleri 1935 – 1944 yılları
arasında Yedigün, Yurt ve Dünya, Doğu, Yeni Adım gibi dergilerde yayımlandı.
“Kanca Ahmet” lakabıyla Zonguldak ve çevresinde tanındı. Edebiyatımızda,
Zonguldak Kömür Havzası işçilerinin yaşamlarını sergileyen ilk öyküleri yazan
kişidir. 24 Nisan 1967’de Zonguldak’ta vefat etti.
Öykü Kitapları: Kuduz Düğünü (1968)
Ateşnefes (2009) (Kuduz Düğünü adlı kitabındaki öykülere ilave olarak yeni
öykülerin eklenmesiyle oluşturulmuştur.)
Tiyatroları: Uzun Mehmet (1938), Define
(1942)
Araştırma, Röportaj, Anı ve İnceleme
Kitapları: Zonguldak Kömür Havzası (1934)
(İnceleme), Bir Müstemleke Harbinin
Tarihi (1937) (İnceleme), Yer Altında Kırk Beş Sene
(1937), (Bir Maden İşçisinin Anıları),
İkinci Dünya Savaşında Devletler (1945) (İnceleme), Bir Yudum Soluk (1981)
(Maden İşçilerinin Ocak İçi Yaşantıları)
SANAT
ANLAYIŞI
Ahmet Naim için Türk edebiyatında
madencilerin yaşantılarını, hikâyeleştiren ilk yazardır tanımlaması
yapılabilir. Doğan Şadıllıoğlu’nun kendisiyle yaptığı röportajda bu durumu
şöyle ifade eder: “Ben toprak ve yeraltı insanlarını iyi tanırım, özellikle yer
altı insanlarını. Çalışma koşullarını, yaşantılarını öz hayatım gibi bilirim.
Onun için yıllar önce belli başlı sanat dergilerine yazdığım hikâyelerde köy,
tarla, ağa saltanatı ve yeraltı konuları işlenmiştir. Diyebilirim ki Türk
hikâyeciliğine gerçek niteliğiyle maden hikâyelerini sokan ilk yazarım.” (Naim,
1968: 79 -81) Naim, röportajın devamında ise beğendiği şair ve yazarları şöyle
sıralar: “Şairler, Nâzım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Rıfat, Behçet
Necatigil; hikâyeciler, Sabahattin Ali, Mehmet Seyda, Kemal Bilbaşar,
yenilerden Adnan Özyalçıner. Romancılar, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal
Tahir.” (Naim, 1968: 79 -81) Ahmet Naim’in öykülerinde maden işçilerinin
yaşantılarının yanı sıra, aşk, sevgi, arkadaşlık, fedakârlık, talih gibi
konulara da değinilir. Ölüm ise onun hikâyelerinde sıkça karşımıza çıkan bir
olgudur. Yöre insanının yaşama şartlarının, inançlarının, tutkularının
neticesinde meydana gelen ölüm vakaları, yörenin bir gerçeğidir. Hürriyet Yaşar
da yazısında bu husustan söz eder: “Öteki öykülerde de sevgi, dostluk ve özveri
konu ediliyor. Kısmet Piyangosu hariç. Kısmet Piyangosu ise yatacak yeri bile
olmayan beş parasız bir adamın, bir deste kâğıt para bulduktan sonra onları daha
karnını bile doyuramadan yitirişinin gerilimli öyküsü. Gerilimi, Ahmet Naim
romanda da öykülerde de çok iyi kullanmış. Ölüm ise
öykülerin tümünde ve romanda etkisini duyuruyor.
Ama bir ölüm sevgisi değil verilmek
istenen. Yörenin kaçınılmaz olgusu ölümdür bu. Mehmet Seyda, bu konuda şöyle
diyor: Ahmet Naim’in hikâyelerinde ölüm temasının ağır bastığını görürüz. Bu
son derece doğal durum, yaşadığı çevrenin havasından, suyundan gelmektedir adeta.
Maden ocaklarındaki su baskınları, göçükler, işçilerin ateşnefes dedikleri
grizu patlamaları, yeraltında yaşayanların gündelik ölüm nedenlerindendir…”
(Yaşar, 1992: 35)
Ahmet Naim, gerçekçi bir yazardır.
Hikâyelerinde gördüğü, işittiği, tanık olduğu olaylara yer verir. Yaşadığı muhitin insanları,
onların yaşam şartları, inançları, gelenek ve görenekleri hikâyelerinin kurgusunu oluşturur. Onun
hikâyeleri, Mauppassant tarzı kaleme alınmış olay hikâyeleri olarak nitelendirilebilir.
Ahmet Köksal, bu durumu şöyle anlatır. “Ahmet Naim’in hikâyeleri, kendi
yaşantısı, çevresindeki olaylar ve gözlemleriyle çok yakından ilgilidir. Bazı
hikâyelerinde Anadolu’daki kapalı çevrenin asılsız göreneklerini, boş
inançlarını kaba baskısını etkili, yalın bir dille karşımıza çıkarır… Ahmet
Naim yaşadığı çevrede ilginç bulduğu olayları ve yaşama durumlarını belli bir
konu çerçevesinde yansıtmasıyla klasik bir hikâye anlayışını sürdürüyor.
Hikâyeleri belirli bir çevreyi, onun göreneklerinin, inançlarının, sert yaşama
koşullarının baskısı altındaki insanlarını en dramatik bir kesimde yakalayıp
ortaya çıkarmakla ilgimizi çekmektedir. Acı ve sert yaşama durumlarını olanca
yalınlığıyla saptayışı bu hikâyelere belgesel bir nitelik de eklemektedir…
Hikâyelerinde çoğunlukla ölüm temasıyla karşılaşmamız yazarın içinde bulunduğu
çevrenin, ağır yaşama koşullarının pek doğal bir sonucu sayılmalıdır.” (Köksal,
1968: 40 -41) Zonguldak yöresinin insanları ve bunların zorlu yaşam koşulları,
hayatını güç şartlar altında kazanmış olan Ahmet Naim’in eserlerinin malzemesi
durumundadır. O, toplum meselelerine duyarlı bir yazar kimliğiyle karşımıza çıkar.
Dünya edebiyatında Balzac, bizim edebiyatımızda ise Sabahattin Ali beğendiği
yazarlar arasındadır. Toplumcu çizgide eserler vermesinde bu yazarların
etkisinden söz edilebilir. Bu hususta Adnan Özyalçıner’in tespitlerinin
doğruluğu açıkça görülür: “Yaşamını güç koşullar altında birçok acılara göğüs
gererek geçiren bu emekçi yazarımız, aynı koşullar altında yaşamlarını sürdüren
maden emekçilerinin çileli yaşamını toplumcu bir görüşle öykülerinde yansıttı.
Maden emekçilerinin yeraltı yaşamı, sorunları ve gerçekleriyle bütün çıplaklığı
ile edebiyatımızda ilk kez Ahmet Naim’in kalemiyle yer almıştır. Ahmet Naim,
öykülerinde, yalnız maden emekçilerini anlatmakla kalmadı, Zonguldak yöresini,
bu yörenin köylü tiplerini, yöresel töre ve kör inançları ele alan öyküler de
yazdı. Toprak-ağa-köylü çelişkisini gerçekçi bir anlatımla gözler önüne serdi.
Anlattığı köyler madencilerin yaşadığı yerlerdi… Etkilendiği ilk yazarın Balzac
oluşu, beğendiği yazarlar arasında Sabahattin Ali ile Nâzım Hikmet’in bulunuşu
onun gerçekçi görünüşündeki sağlamlığın nerelerden kaynaklandığını gösterir.
Son okudukları arasında Sartre ile Kafka’nın olması, genç yazarları izlemesi ve
onlardan umutla söz etmesi edebiyatta gelişmeye ne kadar açık bir yazar
olduğunun göstergesidir.” (Özyalçıner, 1998: 16) Hamit Kalyoncu, Ateşnefes
kitabının yayımlanması üzerine kaleme aldığı yazısında Ahmet Naim’le ilgili şu
bilgilere yer verir: “1972 yılında Zonguldak’ta başını Mehmet Yılmaz’ın çektiği
bir grup şiir ve edebiyat sevdalısı “Çığ” adıyla ne yazık ki üç sayı çıkabilen
bir dergi çıkarır. Bu derginin 3. sayısı ise Ahmet Naim Çıladır Dosyası olarak
çıkar. Bu sayıdaki yazısında İrfan Yalçın, Ahmet Naim’i ve sanatını şöyle
yorumlar: Ahmet Naim, kendi kendini yetiştirmiş, Zonguldak’ın dar koşulları
içinde bile, Türkiye ölçüsünde bir üne erişebilmiştir. Kömür ocaklarında da
çalışan Ahmet Naim, ocağı, kömürü, yer altı işçisinin dramını çok iyi bilir.
Bunu onun hikâyelerini okuyunca hemen anlıyoruz. O, Türk hikâyesinde ilk olarak
yeraltı işçisini ele alan, bu işçinin serüvenini yazan kişidir. Mehmet Ergün
ise Çığ’ın yine 3. sayısında Ahmet Naim’in kendi yöresini yansıtan özelliğinin
yanında kendi özgün sanatçılığını da vurgular: Ahmet Naim için söylenecek ilk
söz onun hayat mektebinden yetişme bir öykücü olduğudur. Bir yörenin
öykücüsüdür her şeyden önce. Konu olarak çok yakından tanıdığı, hatta üzerinde
tarihi ve ekonomik araştırmalar yaptığı bir yöreyi, inanış, yaşayış ve
geleneksel yapısıyla somut, sıcacık bir yöreyi seçmiştir: Zonguldak yöresini.
Ahmet Naim, giderek artan bir ustalık içerisinde hep aynı yöreyi ve hep aynı
yörenin insanını kendi kendini tekrarlamadan verebilmiş bir sanatçıdır.”
(Kalyoncu, 2009: 2) Gürdal Özçakır, “Madenci Edebiyatında Simge İsim: Ahmet
Naim Çıladır” adlı yazısında Çıladırla ilgili şunları dile getirir: “Makalemizi
Kemal Anadol’un şu tespitleri ile nihayetlendirelim: Kazmacısı, domuzdamcısı,
lağımcısı ile Ahmet Naim’e kadar Türk edebiyatında iş kazası, göçük, grizu
yoktur. Yerin altından çıkartılan cesetleri, saniyede yıkılan umutları, çıkıp
giden canları, dağılan aileleri bize o tanıtmıştır. Bu zengin gözlemler, usta
bir anlatımla birleşince yazınımız ilk işçi öykülerine tanık olmuş, özgün bir
hikâyeciye kavuşmuştur. Ahmet Naim, kuşkusuz yereldir. Çünkü ekmek parasını
Zonguldak’ta kazanmış, başı burada belaya girmiş, acı ve tatlıyı bu kentte
yaşamıştır. Birikiminde, deneyiminde, gözlemlerinde, insan ilişkilerinde hep
Zonguldak ve Zonguldaklılar vardır. Ahmet Naim, ulusaldır. Çünkü ulusal
yazınımızda ilklere imza atmıştır. Yukarıda söylediğimiz gibi edebiyatımızda
ilk işçi öykülerini o sokmuş, Zonguldak maden işçilerini, kıvırcıkları,
Lazları, başçavuşları, mühendisleri ülkeye o tanıtmıştır. Abartmadan
söylüyorum, Ahmet Naim evrenseldir. Çünkü öykülerinde sınıf çelişkileri, emekçilerin
yaşam biçimi, alışkanlıkları, acıları ve az da olsa umutları vardır. Bunların
hepsi evrenseldir. Somut bir örnek vereyim. Alın Çıladır’ın ‘Ateşnefes’
hikâyesini, çevirin İngilizce ve Fransızcaya oradaki okurlar da bu çarpıcı
grizu öyküsünü rahatlıkla okuyacak, okumak bir yana etkilenecek,
ürpereceklerdir.” (Özçakır, 2012: 5-6)
ÖYKÜCÜLÜĞÜ
İÇERİK
1.
Batıl İnançların İnsan Hayatı Üzerindeki Olumsuz Etkilerini İşleyen Hikâyeler
Ahmet Naim Çıladır’ın iki hikâyesinde
batıl inançların insan hayatı üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde durulur.
Kuduz Düğünü ve Cinci Mustafa adlı hikâyeleri bu meseleyi ele alır. Olayları
batıl inançlara bağlayan ve böyle çözmeye çalışan yöre halkının, bu durumu
hayatlarını kaybederek ödemesi anlatılmaya çalışılır.
Kuduz Düğünü adlı hikâyede Demirci Kasım
Ustanın oğlu ile Kaşıkçı Rasim Ağa’nın oğlunu köpek ısırır. Çocuklar köpeği
öldürürler. Fakat kuduza benzediğini belirtirler. Demirci Kasım Usta, oğlu için
köpeğin dişlediği yeri çakıyla oyar. Sonra da oyulan yeri kızgın demirle dağlar.
Kendisine ne yaptığını soran Kaşıkçı Rasim Ağa’ya durumu anlatır. Kaşıkçı Rasim
Ağa, çocuğa yazık ettiğini kuduz düğünü ile bu durumun düzeltilebileceğini
belirtir. Demirci Kasım Usta, Rasim Ağa’yı çocuğunu İstanbul’a götürmesi
hususunda uyarır. Parası olsa kendisinin de öyle yapacağını belirtir. Fakat
Kaşıkçı Rasim Ağa, onu dinlemez. Harman yerinde küçük Kaşıkçıoğlu için üç gece
Kuduz Düğünü yapılır. Palgurtçu İlyas Dayı bu düğünde gerekli işlemleri yapması
için tutulmuştur. Bu tören sonuç vermez ve kırk gün sonra küçük Kaşıkçıoğlu
kudurur. Hastalığın dördüncü günü Rasim Ağa, Kasım Ustanın demirci dükkânına
gider. Kasım Usta, Rasim Ağaya geç kaldığını, kendisinin hanımının boynundaki
altınları bozdurarak hanımını ve oğlunu İstanbul’a gönderdiğini söyler. Oradan
yanına gittiği İlyas Dayı ise çocuğun acı çekmeden ölmesi için üzerine su
dökmelerini tavsiye eder. Rasim Ağa damın üstüne çıkarak oğlunun üstüne su
döker. Ertesi gün yine aynı işlemi yapmak için damın üstündeki odaya çıkar.
Oğlunun üstüne suları serpince oğlu çenesinden salyalar akıtarak kollarını
kemirmeye başlar. Gördüğü manzaranın dehşetine dayanamayan Rasim Ağa’nın başı
döner, gözleri kararır ve önüne çömeldiği boşluktan aşağı yuvarlanır. Küçük
çocuk önüne düşen babasının üstüne atılır, dişleriyle babasının yanaklarını,
burnunu kemirmeye başlar ama Rasim Ağa tepkisizdir. Çünkü damdan düşmeden önce
kalbi durmuş ve ölmüştür.
Cinci Mustafa adlı hikâyede köy halkı,
Mustafa’dan cinci olduğu için çekinir. Mustafa, her ne kadar köylüye ‘Ben cinci
falan değilim, tövbe’ dese de inandıramaz. Köylüye göre Mustafa’ya gelene
kadarki bütün cinciler normal bir ölümle ölmemişlerdir. Köylü, bu ölümleri
cincilerin büyü için başlarına topladıkları kötü cinlerin hışmına uğradıklarına
bağlar. Mustafa’ya uzun yıllar köylünün her işine koşan annesi bakar. Annesi
ölünce Mustafa yalnız kalır. Bayındırlığın Tamirat ekibinde çalışmaya başlar.
İki kilometrelik yolun bakımından sorumlu tutulur. Köylü, şimdiye kadar gelmiş
geçmiş cincilerin hepsinden daha çok Mustafa’dan çekinir. Çünkü onun gizli büyü
yapan, sanatını gizliden gizliye kullanan bir cinci olduğuna inanırlar.
Köylünün Mustafa’ya karşı asıl düşmanlığı ona zorla kabul ettirmek istedikleri
cinciliği, onun kılına bile dokundurmak istememesinden kaynaklanır. Mustafa
birgün çalışırken civardaki çiftlik sahiplerinin en varlıklarından Ferhat Ağa
gelir. Onu çiftliğe götürür. Avlunun ortasında yatan ineği görür. İneğin sabah
dere kenarında sırtını sevdiği inek olduğunu fark eder. Ferhat Ağa, ineğin
hastalığını sabah Mustafa’nın onu sevmesine bağlar. Ve Mustafa’dan ineği
iyileştirmesini bekler. İneği kesmeye karar verdiklerinde Mustafa onları
durdurur. Tam o sırada inek boğuk bir ses çıkararak kuyruğunu titreterek
kaskatı kesilir ve ölür. Bunun üzerine Ferhat Ağa ve adamları Mustafa’yı
sopalarla dövmeye başlar. Mustafa kanlar içinde kalır. Bu manzarayı gören
sığırtmaç dayanamaz ve İneği otlatırken daldığını, döndüğünde bileği
kalınlığında bir yılanın ineği memelerinden emdiğini, gördüğünü itiraf eder.
Fakat iş işten geçmiştir çünkü Mustafa, aldığı sopa darbeleriyle çoktan
ölmüştür.
2.
Maden İşçilerinin Hazin Sonlarının Anlatıldığı Hikâyeler
Ahmet Naim’in üç hikâyesinde ise ekmek
paralarını yerin yüzlerce metre altında kazanmak zorunda olan maden işçilerinin
hazin sonu işlenir. Yoklama, Ateşnefes ve Arkadaş Sevgisi adlı hikâyeleri bu
meseleyi ele alır. Bu işçilerin zorlu çalışma şartları, ailelerine /
birbirlerine olan bağlılıkları ve sevgileri ile sonu ölümle biten acı hayatları
üzerinde durulur.
Yoklama adlı hikâyede Alacalı Ali,
Armutlu ocağında işçidir. Altı baş ailenin geçimini madende çalışarak sağlar.
Köyde karısının doğumda güçlük çektiği ile ilgili haber gelir. Ali, ekmek
çetelesini yüzde otuz eksiğine kırdırarak kumpanya bakkalından parayı bulur ve
doktor getirtir. Fakat doktor, doğumun zor olduğunu ve hastayı şehre hastaneye
götürmek gerektiğini belirtir. Bunun için de para gerekir. Bu arada sıra çavuşu
zorlu bir işten ve işin parasının peşin olduğundan söz eder. Ali, bu işi
yapmayı karısının durumu için kabul eder. Gece vardiyasında ocakta göçük olur.
İşçiler, sular altında kalırlar. Ali’nin elinde tuttuğu bir lağım burgusunun
karnından girip sırtından çıktığını görürler. Ertesi gün sabah yoklamasında
işbaşı, gece postasında çalışanların künyelerini okur. Ali ile beraber
Satılmış’ın, Recep’in, İsmail’in, Şeremet’in olmadığı anlaşılır.
Ateşnefes adlı hikâyede Tayyip Çavuş ve
Nebooğlu Ahmet Çavuş, otuz sekiz – kırk yıldır madencilik yaparlar. Nebooğlu,
Tayyip Çavuş’a, “Kıvırcık” Tayyip Çavuş da ona “Hemsici” diye hitap eder.
Nebooğlu, göçük ustası diye nam salmıştır. Yeraltının bu emekçileri, ölümle
arkadaşlık ede ede ölümü kanıksamışlardır. Birbirlerine ateşnefesin bir gün
kendi başlarını da yiyeceğini belirterek takılırlar. Tayyip Çavuş, dehlizlerden
gelen her seste daha önce göçükte kalarak ölen işçileri hatırlar. Bu sırada
göçük olur. Eğer göçük olmadan ateşnefes kütleyecek olsa ocağı bir anda
kaplayacak alev denizinin yüzlerce işçinin başını yiyeceğini bilen Tayyip
Çavuş, ateşnefesle ocak arasına aşılmaz bir duvar sokarak tehlikeyi önler.
Böylece Tayyip Çavuş, bilerek yaptığı göçüğün içinde kalarak kendini harcar ama
birçok kişiyi kurtarır. Kazanın dördüncü günü akşamı göçük açıldığı zaman
Nebooğlu büyük bir sarsıntı geçirir. Göçüğün ateşnefes patlayan yerinde Tayyip Çavuş
daha doğrusu Tayyip Çavuşun ölüsü bulunamamıştır. Göçük temizlenip ortalığın
perişanlığı giderilince yan duvarlara, islim borularına kararmış et
parçalarının sıvanmış olduğu görülür. Nebooğlu, Tayyip Çavuşla, ocağa girmeden
önceki şakalaşmalarını hatırlar. Onun “Öyleysem nalinlerim miras kalır sana.”cümlesini
düşünür. Tayyip Çavuşun cümlesinde belirttiği gibi bir islim borusunun içine
tıkanmış tek nalını Nebooğlu’na kalan tek mirastır. Gözyaşlarını tutamaz.
Aradan uzun yıllar geçtiği hâlde Nebooğlu, o eski anıyı, kafasından ve
yüreğinden bir türlü silemez.
Arkadaş Sevgisi adlı hikâyede Kazmacı
Şeremet ile Lağımcı Hamit yerin yedi yüz metre altında dövüşürler. Tonyalı
Halim Çavuşun oraya gelmesiyle kavga kesilir. Altmış beş yıllık ömrünün elli
yılını bu yer altı kuyularında geçiren Halim Çavuş, daha sonra her ikisinin de
yaralarını sarar. İki delikanlı farklı istikamete uzaklaşırlar. Şeremet
kulübeden girince kavganın konusu olan Pamuk Kız çığlığı basar. Şeremet, ona
olanları anlatır. Şeremet, akşam, Hamit’in su iskandili yapacağı bacada
beklemeye başlar. Bu sırada, Hamit’in kahpelik yaparak karısını ayartmaya
çalıştığını düşünür fakat bundan emin değildir. O esnada Halim Çavuş gelir ve
iskandil duvarını muayene eder. Orada umulduğundan fazla su bulunduğunu
belirtir ve uzaklaşır. Şeremet, bunları işitir. Beş yıl önce Hamit’in enkaz
yığını arasından kendisini kurtardığını hatırlar. Pamuk Kız, Hamit’in
kulübesine gelir. Şeremet’in kendisini öldürmek üzere madene gittiğini
belirtir. Hamit’e onu sevdiğini söyler. Hamit, Şeremet’i kendisini öldürtmek
üzere madene Pamuk Kızın gönderdiğini anlar. Pamuk Kız, Hamit’i sevdiği için bu
planı yaptığını itiraf eder. Pamuk Kıza gitmesini söyler. Pamuk Kızın
arkasından kendisine yaklaştığı sırada, Hamit, dışarıdaki işçilerin ‘Göçük Var’
seslerini işitir. Gitmemesi için yalvaran Pamuk Kızı kulübedeki tahta sedirin
üstüne iter. Koşarak madene gider. On dakika sonra nefesliğin ağzından içeri
girer. Kuyunun dibinde yanmakta olan bir ışık görür. ‘Şeremet Şeremet’ diye
seslenir. Işık olan yerde Şeremet’i yaralı halde bulur. Bir lağım burgusunun
Şeremet’in karnının sağ kısmından girip sol kalçasının hizasından çıktığını
görür. Şeremet, son defa da olsa dışarısını görmek istediğini belirtir. Hamit,
ölmek üzere olan arkadaşını dışarı çıkarmak isterken ayağı takılır ve sivri bir
murcun üzerine düşer. Kalın demir parçası midesini patlatır. Hamit, son
enerjisini de toplayarak nefesliğin dışına gelir. Arkadaşını sırtından indirir
yere yatırır, kendisi de onun yanına devrilir. Hamit, Şeremet’in
konuşmalarından pusu kurmak için beklemediğini bilakis kendisi için Şeremet’in
canını tehlikeye attığını öğrenir. Şeremet, Hamit’e Pamuk Kızla aralarında bir
şey olup olmadığını sorar. Hamit, ‘Anamın başı için hepsi yalan’ der.
Şeremet’in aldığı cevapla gözlerinin içi güler. Birbirlerini kucaklarlar.
Sabaha dört saat kala Şeremet, ondan yarım saat sonra da Hamit ölür.
Öldüklerinde her ikisinin göz bebekleri de dostluk vefasının bir sembolü olarak
birbirine gülmektedir.
3.
Gözlem ve Gündelik Yaşamın İzlerini Taşıyan Hikâyeler
Ahmet Naim’in yedi hikâyesi ise
gözlemlerinin ve yöre halkının gündelik hayatının izlerini taşır. Kolcu Şaban,
Bismillah, İkramiye, Kısmet Piyangosu, Tuluatçı, Sırat Köprüsü, Kümük Avrat
adlı hikâyelerde; aşk, hürriyet, kurnazlık, fedakârlık, talih ve talihsizlik,
memur hayatı gibi kavramların ön plana çıktığı görülür.Kolcu Şaban adlı
hikâyede Kolcu Şaban’ın, Ayıngacı (Kaçakçı) Mahmut’u vurduğu gün kasaba
birbirine girer. Bu küçük Anadolu Kasabası için bu durum olağanüstü bir durumdur.
Kolcuların şahı Şaban ile kaçakçıların şahı Mahmut’un karşılıklı meydan
okumaları, Mahmut’un ölümüyle sonuçlanır. Olay kasaba halkını üçe böler. Bir
yanda reji memurları, kolcular ve köylü ile reji arasında komisyonculuk yapan
esnaf, öbür yanda rejinin hışmına uğrayan tütüncü köylü ile ayıngacılar. Üçüncü
yanda ise etliye sütlüye karışmayan neme gerekçiler bulunur. Bu olay karşısında
herkes bir şey söyler. Öğlene doğru Mahmut’un cenazesini getirirler. Bu sırada
Mahmut’un anası feryat figan etmeye başlar. Kolcu Şaban’a beddualar ve
hakaretler eder. Ayıngacı Mahmut’un ölümü Şaban ile ikinci kolcu Kamil’in arasını
açar. Bu olay neticesinde verilen ikramiyenin aslan payını Şaban aldığı için
Kamil, Şaban’a diş biler. Ayıngacı Çolak Ali’nin rakibi Kel Murat, Kamil’e;
Kolcu Şaban ile Çolak Ali’nin önemli bir miktarda kaçak tütün geçireceklerini
haber verir. Sessiz ve rüzgârsız bir yaz gecesi, Kamil, Şaban’ı ve Çolak Ali’yi
kaçakçılık esnasında yakalar, teslim olun der. Şaban, Kamil’i sesinden tanır ve
kaçar. Kamil, peşinden koşar. Şaban, ateş etme teslim oluyorum diyerek Kamil’i
kandırır, durduğu sırada onu göğsünden vurur ve öldürür. Fakat kendisi de sol
kolundan yaralanır. Bu sırada Kamil’in ceplerini yoklayan Çolak Ali’yi de
öldürür. Gün doğmadan Kolcu Şaban, kağnıdaki iki ceset ile kasabaya ulaşır.
Reji dairesinin önüne gelirler. Cerrah Onanis Bey çağrılır ve Kolcu Şaban’ın
kolunu sarmaya başlar. Bu sırada Kamil, olayı değiştirerek kalabalığa anlatır.
Kendilerine ihbar geldiğini Kolcu Kamil ile gittiklerini fakat Çolak Ali’nin
onu; kendisinin de Çolak Ali’yi vurduğunu belirtir. Reji memurunun Şaban’ın
emsalsiz adam olduğunu ifade eden cümleleri ile hikâye son bulur.
Bismillah adlı hikâye kahraman
anlatıcının bakış açısıyla aktarılır. Hikâye kahramanı hapishaneye girdiği
andan itibaren hürriyet denen kutsal kavramın içinde doldurulmaz bir boşluk
yaratarak gittiğini belirtir. Koğuşta yüz kişiden fazla kişinin olduğunu ifade
eder. Buraya daha öncede bir hayır kurumunun hükümlülere gönderdiği yiyecekleri
dağıtmak için geldiğini fakat şimdi akıbetini bilmeyen bir tutuklu olarak
burada bulunduğunu söyler. Daha sonra hapishanedeki izlenimlerini paylaşır.
Deli mahkûm Oruç’un hikâyesini anlatır. Günler uzadıkça cezaevinin gereklerine
uymaya başladıklarını vurgular. Çorapçı Ahmet Efendi, Çerkeşli, Çingene Şaban,
Çingene Mehmet Efendi gibi hükümlülerden söz eder. Çerkeşli adlı hükümlünün
öldüğü gün çok üzüldüklerini, aynı gün Çerkeşli başka bir hükümlünün
hapishaneye getirildiğini belirtir. Hikâye, anlatıcının hapishaneye girdiği
andan itibaren yaşadıkları, gözlemleri, duygu ve düşünceleri üzerine
kurgulanmış belgesel bir nitelik taşır.
İkramiye adlı hikâyede Haşim Efendi,
devletin on ikinci derecesinden maaş alan kısa boylu, zayıf, sevimli yüzlü bir
ihtiyardır. Arkadaşları arasında hukukçu lakabıyla tanınır. Mümeyyizin gazetede
okuduğu ikramiye haberiyle bütün memurlar gibi o da sevinir. Arkadaşlarının
durumu ile kendi durumunu kıyaslar. Kendisini, uzakta yakında bir dikili ağacı
olmayan; eşi, kaynanası, biri erkek ikisi kız olmak üzere üç çocuğu bulunan,
dolayısıyla beş boğaza bakan bir memur olarak tanımlar. İkramiye haberini
evdekilerle paylaşınca ev ahalisi isteklerini sıralamaya başlar. Evlendiği
günden beri yıldızının barışmadığı kaynanası da bunlar arasındadır. Haşim Efendi,
alacağı elli sekiz lira ikramiye ve elli sekiz lira maaşının toplamı olan yüz
on altı lirayı aile fertlerine vermeyi, bu para ile ev kirasını, kasabın,
bakkalın, sebzecinin hesabını gördükten sonra istediklerini yapmalarını teklif
eder. Kendi üstünün başının döküldüğünü, insaf etmeleri gerektiğini ifade etse
de aile bireylerine dinletemez. Eşi, ikramiye ile alınacak en acil ve zaruri
şeyleri sıralar. Haşim Efendi, daire mutemedinin ödediği eli sekiz lira altmış
üç kuruşu sevinçle alır. Bu sırada hademe Mahmut Ağa, Haşim Efendi’ye kızının
geldiğini haber verir. Kızı, anneannesinin rahatsızlandığını haber verir. Haşim
Efendi, eve gelince iki doktora sekiz lira verir. Daha sonra da kaynanasının
vefatı nedeniyle kalan parayı da onun vasiyeti üzerine yeni tabuta ve içine
döşenen pamuklara öder. Cenaze eşinin isteklerine göre kaldırılır. Cenazeden
sonra Haşim Efendi, ceplerine baktığında almış olduğu elli sekiz lira altmış üç
kuruş ikramiyeden sadece altmış üç kuruş kaldığını görür. Kaynanasının,
“Gözlerimi kapasam da sana rahat yüzü göstermeyeceğim.” cümlelerini hatırlar ve
hızlı adımlarla oradan uzaklaşır.
Kısmet Piyangosu adlı hikâyede
kahramanın ismi verilmez. Hikâyenin kahramanı, annesinden, kız kardeşinden ve
nişanlısından sonra babasını da kaybetmiştir. İntihar etmeyi düşünür. Gözlerini
bir hastanenin koğuşunda açar. Sokağa çıkar. İlk rastladığı bir sokak fenerinin
altına kadar yürür. Burada bir süre dinlendikten sonra yürümeye devam eder.
Saçı sakalı, kılık kıyafeti perişandır. Bir hendekte yatmaya hazırlanırken bir
paket fark eder. Bu paketi tren yolcularından birisinin attığını ve içinde
kahvaltı artığı olabileceğini düşünerek sevinir. Fakat paketi eline alınca
bunun bir kitap olduğunu zanneder. Paketi kafasının altına alarak uyur. Sabah
uyandığında paketin içinde paralar olduğunu fark eder ve çok sevinir. Ayağa
fırlar. Para banknotlarını ceplerine yerleştirir. Patika bir yoldan yürümeye
devam eder. Çevresinde gördükleri hakkında kendince yorumlar yapar. Öğleye
doğru şehre gelir. Kalabalık caddelerde vitrinlere bakarak yürümeye devam
ederken bir lokanta görür. Lokantaya girmeden önce kılık kıyafetini
değiştirmesi gerektiğini düşünür. Lokantanın karşısında hazır elbise satan bir
mağaza görür. İçeri girer, gelişigüzel gömlek, kravat, ayakkabı seçer, deste arasından
bir yüz liralık seçerek tezgâhtara uzatır. Paranın üstü gecikir. Üstü kalsın
diyerek kapıya yöneldiği vakit kapıda ihtiyar kasadar ve bir polis tarafından
engellenir. Polis memuru onu omzundan kavrar ve karakola götürür. Banknot
desteleri masaya sıralanır. Komiser paraları nereden bulduğunu sorar. Hikâyeyi
kısaca anlatır. Polisler onu, kolundan tutarak yandaki odaya götürürler.
Talihin kendisiyle alay ettiğini düşünür. Paraları araştırırlar. Mağazaya
verdiği dışında hepsinin gerçek olduğunu anlarlar. Müdürlüğün bütün merkezlere
çalıntı ya da kayıp para olup olmadığını sordurduğunu fakat bir cevap
alınamadığını söylerler. Komiser gümüş bir ellilik vererek onu serbest bırakır.
Elindeki ellilik ile kırk sekiz saattir aç olan karnını doyurmak için kebapçı
dükkânına doğru yürür.
Tuluatçı adlı hikâyede tiyatro
kapısındaki ilan tahtasında “ünlü trajedi sanatçısı” diye adı reklam edilen
Aktör İbrahim, o gece Kont Bonifas rolünü oynar. Sahne başarıyla sona erince
bir perdelik kahkahalı komedi başlar. Gene istek üzerine yine “Uşağın Âşık
Oluşu” adlı oyun oynanır. İbrahim, oyundan sonra sarı kızla yeniden göz göze
gelir. İbrahim, ertesi akşam ise Hamlet rolünü oynar. Sarı kızın kimliğini
dükkâncıdan sorar. Sarı kızın kasabanın en zengin eşrafından Demirtaş Bey’in
kızı Ayfer olduğunu, ortaokulu bu yıl bitirdiğini öğrenir. Komik Salih
vasıtasıyla kıza mektup gönderir. Mektubun cevabını da yine o getirir.
İbrahim’in baş başa konuşma önerisine karşı genç kız, mektubunda İbrahim’e
ilgisinin karşılıksız olmadığını fakat ailesinin tutuculuğundan davranışlarının
sıkı bir denetim altında olduğunu ifade eder. Tiyatronun geliri azalınca bu
ilçeden sonraki konak yerine hareket kararlaştırılır fakat Aktör İbrahim bu
kasabada kalma kararı alır. Tiyatro kumpanyası gittikten bir hafta sonra
İbrahim’in Demirtaş Bey’in kızına abayı yaktığını bütün kasabalı duyar. İbrahim
tehditler almaya başlar ve parasız kalır. Bu sürede İbrahim, sevgilisi ile baş
başa kalma fırsatı bulamaz. Ayfer, bir çocukla haber gönderir, akşam evlerinin
önündeki kavak ağacının dibinde bekleyeceğini belirtir. İbrahim, oraya
gittiğinde kasabanın gençleri etrafını çevirirler. Sopalar ve usturpalarla
İbrahim’in kafasına yüzüne vurmaya başlarlar. Ertesi gün bütün kasaba bu kötek
olayını duyar. Kötek olayına kasabada sadece Ayfer ile fotoğrafçı Saim üzülür.
İbrahim, bu dayak nedeniyle bir ay yataktan çıkamaz. Çıktığı zaman da Ayfer’in
kendisine döven eşrafzadelerden biri ile evlendiğini duyar. Bu arada kasabaya
yeni fotoğrafçı gelir. Kasabalı Saim’i, boykot ederek işlerini yeni
fotoğrafçıya yaptırır. Kasabada Saim ve İbrahim için zor günler başlar. Bir
akşam ikisinin kaldığı kulübenin kapısı vurulur. Gelen Ayfer’dir ve İbrahim’den
bir dilekte bulunacağını belirtir. İbrahim’in hayatından endişe ettiğini söyler
ve kasabadan gitmesini ister. Bir süre konuşurlar. Ayfer, bazı toplumsal
koşulların insanın istediği gibi davranmasına engel olduğunu belirtir. İbrahim
de en kısa zamanda kasabadan gideceğini söyler ve Ayfer’in kendisine gitmesi
için verdiği parayı reddeder. İbrahim bir süre sonra kasaba hastanesinin koğuşuna yatırılır ve burada yedi ay
kalır. Bu süreçte onu ziyaret eden tek kişi Saim’dir. Saim, birgün İbrahim’e
arkadaşlarının kasabaya geleceği müjdesini verir. Doktorun taburcu olmasına
izin vermemesine rağmen İbrahim, hastaneden kaçar ve “Bedii Temaşa
Kumpanyası’ndaki arkadaşlarını karşılar. İbrahim’i bu hâlde gören arkadaşları
şaşırırlar. Akşamki oyun için hazırlıkları yaparlar ve başrolü de İbrahim’e
verirler. Ayfer’de eşiyle oyunu seyretmeye gelir. İbrahim, sahneye çıkar.
Kasabalı onun beklediği şekilde bir tepki vermez. İbrahim, başlangıçta sevilen
fakat sonradan reddedilen hasta ve içli âşık rolünü oynar. Üçüncü perdedeki
rolünü yaparken salonda hıçkırıklar duyulmaya başlar. Yönetmen, İbrahim’e
“Benim ne günahım vardı” diyerek yuvarlanmasını söyler. Bu arada İbrahim’in
takati de tükenmek üzeredir. İbrahim, “Benim ne günahım vardı, hayatımı
zehirledin?” diyerek yere yıkılır. Hıçkırıklar arasında korkunç bir alkış
tufanı kopar ve perde kapanır. Ölüm sahnesi gerçek olmuş ve İbrahim o sahneyle
beraber hayata gözlerini yummuştur.
Sırat Köprüsü adlı hikâyede anlatıcı
gençlik yıllarında altı yedi ayını, Kayadibi’nin bağrında Sırat gibi bir
şöhreti saklamasına rağmen adı vilayet salnamelerinden başka hiçbir yerde
geçmeyen Anadolu’nun adsız ve ücra bir köyünde geçirdiğini belirtir. Bu köye
bir yaz mevsiminde orman işi için geldiğini bir kamp hayatı yaşadığını ifade
eder. Buradaki günlük hayatından söz eder. Sırat’ın dağdan dağa gerili çelik
halatlar üzerine sarılan ahşap döşemeden ibaret bir köprü olduğunu vurgular.
Uzunluğundan ve altından geçen uçurumdan bahseder. Köylülerden bu sırat köprüsü
ile hikâyeler dinler. Köye geldiğinin yirminci günü Uzunkız adını verdiği
yılanla karşılaşır. Gurbet gecelerinde kendisine arkadaşlık eden uzun kız bir
müddet sonra ölür. Onun ölümünden bir hafta sonra Ümmühan’la karşılaşır. Bu
kızın o ana kadar gördüğü kızların en güzeli olduğunu belirtir. Kızın kaçırdığı
köpeği beraber aramaya başlarlar. Ümmühan’a gurbetin zor olduğunu söyler ve kendisini
yalnız bırakmamasını ister. Ertesi gün Ümmühan, köprünün oraya gelir. Anlatıcı
onu öper. Anlatıcı birkaç gün kasabaya gitmeye karar verir. Yolda Ümmühan’a
rastlar. Ümmühan ondan kara camlı bir gözlük ister. Anlatıcı, kasabada üç beş
gün vakit geçirir. Dönüşte Ümmühan’ın siparişiyle beraber kol saati ve bilezik
alır. Dönüşte ayrıldıkları yerde kendisini bekleyen Ümmühan’ı görür. Kasabadan
onun için aldığı armağanları verir. Ertesi gün buluşurlar, yemek yerler,
günbatımını seyrederler. Anlatıcı, Ümmühan’ı çok sevdiğini itiraf eder. Tam onu
öptüğü sırada tüfek sesiyle irkilirler. Anlatıcı, silahıyla kendilerine ateş
eden Recep’e ateş eder. Hırsla Ümmühan’ı öpmeye başlar. Sonra Recep’in
ölmediğini fark eder. Recep ayılmadan oradan ayrılırlar. Çadıra döndüğünde
ağlamaya başlar. Ertesi gün uyandığında Ümmühan ve Recep’in geldiğini görür.
Ümmühan’ın hem Recep’i hem de kendisini idare etmeyi düşündüğünü hisseder. Hep
beraber yemeklerini alıp Sarıgöçük Yaylası’na giderler. Recep’in köyde olmadığı
bir akşam Ümmühan ile buluşurlar. Ümmühan’a birlikte buradan kaçmayı teklif
eder. Ümmühan, Recep’in peşlerini bırakmayacağını söyleyerek bunu reddeder. O
akşamdan sonra üçü, iki gezinti daha yaparlar. Anlatıcı, Recep’le konuşur. Bir
plan yaparlar ve Ümmühan’ı bir tercih yapmaya zorlarlar. Ertesi gün Sırat’a
geldiklerinde kavga etmeye başlarlar. Ağaç korkuluk birden kopar. İkisi de
boşluğa uçarken parmaklıktan tutarlar. Bu duruma dayanamayan Ümmühan, kendini
boşluğa bırakır. Recep, bir hamleyle onu belinden yakalar ama parmaklık
ağırlığa dayanamayarak kopar ikisi de uçuruma yuvarlanırlar. Anlatıcı,
Ümmühan’ın boşlukta “Beni Unutma” sesini duyar. Bir an kendisini boşluğa
bırakmayı düşünür ama yapamaz. Kendinden utanır. Recep’in bu davranışıyla onu
daha çok hak ettiğini düşünür ama artık çok geçtir. Ümmühan ve Recep o
uçurumdan düşerek ölmüşlerdir.
Kümük Avrat adlı hikâyede Çomakoğlu
Hüseyin’in kız kardeşi, Sığırtmaç Ali ile nişanlanır. Bu nişanlanma olayı bütün
köyü sevindirir. Hüseyin’in kız kardeşinde gözü olan Filikoğlu Ferhat Ağa, bu
nişandan hoşnut değildir. Nişanın ertesi günü Çomakoğlu ailesine haber salar.
Onlardan bir şey çıkmayınca bu defa Sığırtmaç Ali’ye bu sevdadan vazgeçmesi
için haber gönderir. Ali’den de olumsuz haber alan Ferhat Ağa sinirlenir. Bir
plan düşünür. İki akşam sonra Filikoğlu’nun selamlığında oturak âlemi
düzenlenir. Kümük Avrat da bu âlemde göbek atıp erkekleri eğlendirir.
Burnundaki özürden dolayı insanlar ona Kümük Avrat adını takmıştır. Eğlence de
Körefe sazını çalarken Fırleyli de şarkı söyleyerek oynamaya başlar. Fırleyli,
Çomakoğlu’nu etkiler. Cümbüş geç vakte kadar sürer. Ertesi gün uykudan
gözlerini açan Çomakoğlu Fırleyli’yi, Kümük Avrat da Çolakoğlu’nun hatırlayarak
derin bir göğüs geçirirler. Çomakoğlu, Fırleyli’ye abayı yakar. Böylece Ferhat
Ağa’nın planı tutar ve kızın ağabeyi kafese girer. Fırleyli, Çomakoğlu ile bir
buluşmasında “Ağa, benim senin olmama göz yumacak ama kız kardeşinin nişanını
bozup ağaya nikâh ediversen” diyerek amacını ortaya koyar. Bu arada Kümük
Avrattan bir mektup alan Çolakoğlu, onun mektubunu ve ilgisini de geri çevirir.
Bunun üzerine Kümük Avrat bir iki geceyi uykusuz geçirir. Kendine göre planlar
yapar. Çolakoğlu, Fırleyli’nin etkisiyle ağanın niyetini Sığırtmaç Ali’ye
açınca; Ali âlemlerin nedenini şimdi daha iyi anladığını belirtir. Ertesi gün
yavuklusunu da alarak sırra kadem basar. Bunun üzerine Ferhat Ağa,
Çomakoğlu’nun Fırleyli’yi görmesini engeller. Çomakoğlu, bu olaydan sonra
kendisini içkiye verir. Çevresindekileri birer birer kaybeder. Ondan yüz çevirmeyen
bir tek Kümük Avrat kalır. Bir gece Kümük Avrat’ın kapısını çalar. Ondan
Fırleyli’yi görebilmesi için yardım etmesini ister. Kümük bir gece Fırleyli’yi
çağırır sonra da Çomakoğlu’na haber gönderir. İkisini buluşturur. Çomakoğlu,
duygularını Fırleyli’ye anlatır. Fırleyli, oralı olmaz. Çomakoğlu’nu aşağılar.
Çomakoğlu, Fırleyli’yi bıçaklar ve öldürür. İçeri giren Kümük Avrat, suçu
üstlenir. Onu kıskançlık için öldürdüğünü söyleyeceğini belirtir. Çomakoğlu,
Kümük Avrat’ı kucaklar öper, sonra sokak kapısını açarak karanlığa karışır.
Kümük Avrat, Fırleyli’nin katili sıfatıyla on yıla mahkûm olur. Suçunu
soranlara, Çomakoğlu’nun kendisini o günkü gibi sarması halinde bir on yıl daha
mahkûmiyet yemeye razı olduğunu söylemek ister.
Kısacası Ahmet Naim, Ateşnefes adlı
kitapta yer alan on iki hikâyesinde Zonguldak ile çevresindeki kasaba ve
köylerdeki insanların yaşantılarını ele alır. Onların zorlu yaşam şartlarını,
inançlarını, olaylar karşısındaki tutumlarını, gördüklerini ve duyduklarını
yöresel özellikleri bozmadan kurgular.
BAKIŞ
AÇISI VE ANLATICI
Ahmet Naim’in Ateşnefes adlı kitapta
toplanan on iki hikâyesinde; yaşanmış ya da gözlemlenmiş olay ve durumlara yer
verilir. Onun hikâyelerinde iki tip anlatıcının kullanıldığı görülür: Hâkim
Bakış Açısı ve Kahraman Anlatıcının Bakış Açısı Hâkim bakış açısı ile yazılmış
hikâyeleri şunlardır: Kuduz Düğünü, Kolcu Şaban, Yoklama, Ateşnefes, İkramiye,
Cinci Mustafa, Kısmet Piyangosu, Arkadaş Sevgisi, Tuluatçı, Kümük Avrat
Aşağıda iki farklı hikâyeden alınan
satırlarda da görüleceği gibi Naim, hâkim bakış açısını kullandığı hikâyelerde
dışarıdan bir gözlemci olarak yaşanan her şeyi izler, görür, duyar. Geçmişte
olmuş ve gelecekte olacak her şeye vakıftır. Kişilerin duygu ve düşüncelerini,
zihinlerinden neler geçtiğini bilir. Dolayısıyla bu anlatıcı (hâkim) sınırsız
bir imkâna sahiptir. Bu sayede okuyucu, olayların en ince detayına kadar bilgi
sahibi olur.
“Gündüz vardiyası tamamıyla ocağa
girmişti. Baca ağzında Nebooğlu Ahmet Çavuş’la manevracılardan başka kimse
kalmamıştı. Taş setin üzerine ilişen, Nebooğlu vinççiye, gündüz vardiyasının
dolularını çekmeden, gece vardiyasından dolan arabaları çekmesini
tembihliyordu. Tayyip Çavuş, Nebooğlu’nun sözlerini duymuştu. Yanakları kırıştı,
gözlerini kırpıştırdı.” (Naim, 2009: 64, Ateşnefes isimli hikâyeden)
“Tiyatro kapısındaki ilan tahtasında
‘ünlü trajedi sanatçısı’ diye adı reklam edilen Aktör İbrahim, o gece Kont
Bonifas rolünü oynuyordu. Kasaba tiyatrosu hıncahınç dolmuştu. Yüzlerce ağızdan
savrulan sigara dumanı, yoğun bir sis tabakası halinde salonun üzerine
çökmüştü. Tavanda yanan lüks lambasının ışığı, buzlu bir cam arkasından
sızıyormuş duygusunu veriyordu.” (Naim, 2009: 116, Tuluatçı isimli hikâyeden)
Çıladır’ın kahraman anlatıcının bakış
açısı ile yazılmış hikâyeleri ise şunlardır: Bismillah, Sırat Köprüsü Aşağıdaki
mısralardan da anlaşılacağı gibi Çıladır’ın, kahraman anlatıcının bakış açısını
kullandığı hikâyelerinde; olaylara ve kişilere bir tek kişinin ben anlatıcının
bakış açısı hâkimdir. Okuyucu, olayları ve kişileri, ben anlatıcının gözüyle ve
onun anlattığı, aktardığı kadar öğrenebilir. Dolayısıyla yukarıdaki örneklerde
gördüğümüz hâkim bakış açısıyla nakledilen öykülere göre bilinenler ve
öğrenilenler kahraman anlatıcının bakış açısıyla aktarılanlarda daha
sınırlıdır.
“Pazar yerini, beni çok uzaktan izleme
inceliğini gösteren bir polis memuru ile geçtik. Hafif bir yokuşu tırmandık ve
dört yanını süngülü jandarmaların beklediği tel örgü kapıdan girdik.
Tutuklandığım saatten beri kaybolan hürriyet ne de olsa hâlâ içimde yaşıyordu.
Tel örgülü kapının iri asma kilidi arkamdan kapandıktan sonra ise hürriyet
denen en kutsal kavramın, içimde doldurulmaz bir boşluk yaratarak çıkıp
gittiğini hissettim.” (Naim, 2009: 48, Bismillah isimli hikâyeden)
“Günlük hayatım bıktırıcı bir tekdüzelik
içinde geçiyordu. Sabahleyin kalkıyordum. Tüfeğimi sırtlıyor, Sırat’ın bir
ayağını tutan Yenidağ’a tırmanıyor ve Sırat’ı geçiyordum. Ondan sonra bin metre
yükseklikteki Sarıgöçük Yaylası’na çıkıyor ve burada geç vakte kadar,
keresteliğe ya da maden direğine elverişli ağaçları, kesilmek üzere
damgalıyordum.” (Naim, 2009: 139, Sırat Köprüsü isimli hikâyeden)
Ahmet Naim’in, her iki bakış açısıyla
naklettiği hikâyelerinde de başarılı olduğu ifade edilebilir. O, yaşadığı,
gördüğü, duyduğu, tanık olduğu olayları nasıl naklederse etsin, gerçekçi
çizgiden ödün vermez. Okuyucuda uyandırdığı içtenlik ve samimiyetin de bundan
kaynaklandığı söylenilebilir.
DİL
VE ÜSLÛP
Ahmet Naim, hikâyelerinde gördüklerinden
ve duyduklarından hareketle Zonguldak ve çevresindeki insanların yaşantılarını
anlatır. Bu hikâyeler, yerel özellikleri de beraberinde taşır. Bu özelliklerin
başında yazarın kullandığı dil başta gelir. Ahmet Naim, bu hikâyelerde halkın
canlı konuşma dilini bozmaz. Yöresel kelime ve deyimleri kullanan yazar,
böylece üslûpta da bir canlılık sağlar. Bu durum yazarın gerçekçiliğinin de bir
göstergesi olarak ifade edilebilir. Hikâyelerindeki kişileri kendi ağız
özelliklerine göre konuşturarak yöre insanının gerçek yüzünü bütün içtenliğiyle
göstermiş olur. Hikâyelerinden alınmış aşağıdaki cümleler bu hususları gözler
önüne serer.
“Bizim çocuğu da köpek daladı.” (Naim,
2009: 26, Kuduz Düğünü adlı hikâyeden)
“Kuduz düğününe harcayacak, palgurtçuya
verecek üç beş kuruşa kıyamadıysan, biz verirdik.” (Naim, 2009: 27, Kuduz
Düğünü adlı hikâyeden)
“Üzerine su eleyin.” (Naim, 2009: 30,
Kuduz Düğünü adlı hikâyeden)
“Cinci deyyus! Kerahat gidi! Ne dokundun
ineğe lan?”(Naim, 2009: 33, Cinci Mustafa adlı hikâyeden)
“Dokunmadın ha? Gidi yalancı dürzü!”
(Naim, 2009: 34, Cinci Mustafa adlı hikâyeden)
“Hünerini örgendin de ne gizliyon
bizden?” (Naim, 2009: 36, Cinci Mustafa adlı hikâyeden)
“Yidiğin boku beğendin, he mi? Şinci
lafımı eyi dinle; ya sabah sabah gözelim hayvana soktuğun nuhuseti çıkarır eyi
edersin ya da buradan leşin çıkar cinci deyyus. Seç beğen” (Naim, 2009: 38,
Cinci Mustafa adlı hikâyeden)
“Furma, furma gari ağa… Onun…” (Naim,
2009: 39, Cinci Mustafa adlı hikâyeden)
“Git ülen koca karı, dedi. Zaten
teneşire bir osuruk borcun kalmış, başımı belaya sokma.” (Naim, 2009: 43, Kolcu
Şaban adlı hikâyeden)
“Oruç’a üçüncü defa kodesi
boylatmışlardı. Bu sefer kafadan tam on beş yıl giyivermişti.” (Naim, 2009: 52,
Bismillah adlı hikâyeden)
“Bu doğum benim işim değil, kasabadan
doktor eletsin!” (Naim, 2009: 57, Yoklama adlı hikâyeden)
“Sıra çavuşu, “Uşaklar, uşaklar! Bu
akşam, gece ortası vardiyasında üçüncü kılavuzda su iskandili yapılacak. İş
eccük zorlu emme… Bu işi becerende kumpenyenin elli has gayemeciğini hak ettin.
İş tamam, para tırınk.” (Naim, 2009: 58, Yoklama adlı hikâyeden)
“Orta dakımlarımla nalinlerim miras
galır sana! Diye cevap verdi.” (Naim,2009: 66, Ateşnefes adlı hikâyeden)
“Ganundaki bu verilebilir gaydına ne
buyrulur Haşim Efendi?” (Naim, 2009: 78, İkramiye adlı hikâyeden)
Görüldüğü gibi hikâyelerinde yörenin
ağız özelliklerini muhafaza eden yazar, Zonguldak ve çevresindeki insanların
gündelik konuşma dillerini aynen kullanır. İşçisi, memuru, ağası, köylüsü,
çocuğu, kadını, erkeği kısacası Ahmet Naim’in bütün tipleri doğallıkları ve tüm
gerçeklikleriyle hikâyelerindeki yerlerini alırlar. Bu doğallık ve gerçekliğin
en büyük sebebi de yazarın kullandığı dil ile üslûbundaki sadelik, canlılık ve
samimiyettir.
SONUÇ
Ahmet Naim Çıladır, Zonguldak ve
çevresinin hikâyecisidir. Özellikle 1935 -1945 yılları arasındaki on yıllık
sürede, çeşitli gazete ve dergilerde yüze yakın öykü yayımlamıştır. Ne yazık ki
bunlardan sadece on iki tanesi kitaplaşabilmiştir. Birçok hikâyesinin
dergilerde yayımlandığı ifade edilir. Ayrıca bir roman denemesinin tefrikasının
yarım kaldığı bilinir. O, sadece bir öykü ve roman yazarı değildir. Yazarın
tiyatro, inceleme ve anı tarzında kaleme aldığı eserleri de mevcuttur. Bütün
eserlerindeki ortak hususiyet ise o yörenin insanına ait yaşantıları anlatmış olmasıdır. Onu,
Türk edebiyatına maden hikâyelerini ve maden işçilerini sokan ilk yazar olarak
nitelendirmek yanlış olmaz. Gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını
hikâyelerinde kullanan Naim, gerçekçi bir yazardır. Hikâyeleri, olay hikâyesi
olarak nitelendirdiğimiz Maupassant tarzı hikâye çevresinde
değerlendirilebilir. Hikâyelerini 1-) Batıl inançların insan hayatı üzerindeki
olumsuz etkilerini işleyen hikâyeler 2-) Maden işçilerinin hazin sonlarının
anlatıldığı hikâyeler 3-) Gözlem ve gündelik yaşamın izlerini taşıyan hikâyeler
şeklinde tasnif ettiğimiz Çıladır’ın bu eserlerde hâkim bakış açısı ile
kahraman anlatıcının bakış açısını kullandığını görürüz. Yazarın dil ve üslûbu
ise sade ve içtendir. Onun öykülerinde, yörenin ağız özelliklerini, hiç
bozmadan kullandığı görülür. Bunun da okuyucudaki gerçeklik hissini canlı
tuttuğu ifade edilebilir. ‘Ölüm’ onun eserlerinde en belirgin tema
durumundadır. Fakat bu durum yöre halkının çetin yaşama koşullarıyla
alakalıdır. Onun için bir bölgenin öykücüsü (Zonguldak ve Çevresi) tanımlaması
yapılabilir. Ancak öykülerinde işlediği hususlarla evrenseli yakaladığı da
belirtilebilir. Zor yaşama şartları içinde büyüyen ve hayatını devam ettiren
Çıladır, öykülerinde de zorluklar içinde yaşama mücadelesi veren insanları
anlatır. Her ne kadar birçok hikâyesi gün yüzüne çıkmamış olsa da mevcut
öykülerinden hareketle Çıladır’ın dikkatlerden kaçan önemli bir öykücü olduğu
ifade edilebilir.
KAYNAKLAR
NAİM,
Ahmet, (2009), Ateşnefes, Can Yayınları, İstanbul
NAİM,
Ahmet, (1968), Kuduz Düğünü, Yeditepe Yayınları, İstanbul s. 79 -81 (Doğan
Şadıllıoğlu, “Ahmet Naim’le Yapılmış Bir Konuşma” Yeditepe Dergisi, S.330,
Haziran 1967)
YAŞAR,
Hürriyet, (1992), “Ahmet Naim: Eskideki Yeni Öykücü” Varlık, S.1015, s. 35
KÖKSAL,
Ahmet, (1968) “Ahmet Naim’in Hikâyeleri” Papirüs, S.23, s.40 -41
ÖZYALÇINER,
Adnan, (1998), “Emekçilerin Yazarı Ahmet Naim” Evrensel Kültür, S.81, s. 16
KALYONCU,
Hamit, (2009), “Ateşnefes” Yeni Ufuk Gazetesi, 30 Ekim
ÖZÇAKIR,
Gürdal, (2012), “Madenci Edebiyatında Simge İsim: Ahmet Naim Çıladır” Karadeniz
Ereğli Sayfası, 27 Ocak
Yorumlar