ACIKLI BİR MÜBADELE ÖYKÜSÜ "MENDİL"
1930'LU YILLAR KDZ.EREĞLİ
MENDİL
Evdoksiya,
hatıralarının mavnaya yüklenmesini dalgın bakışlarla seyrederken yaşadıklarını
aklına getirdi. Bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyordu. Yüzlerce yıldır
yaşadıkları bu topraklardan, bilmedikleri bir ülkeye, tanımadığı insanların
arasına gideceklerdi. Genç kızlığı, erkeğiyle tanışması, bahçede yaptıkları
düğünü ve kocasının ölümü aklına geldi birer, birer. Onlar gideceklerdi
gitmesine de, evinin direği, dostu, sırdaşı, biricik oğlunun babası bu
topraklarda uyuyacaktı yapayalnız. Mezarının üstünde biten yaban otlarını
yolacak kimsesi olmayacaktı Kosta’ nın. Teselli bulduğu tek şey kocasının bu
göç acısını yaşamayacak olmasıydı. Bir an kocasının ölümünü kıskanır gibi oldu.
Hem niye kıskanmayacaktı ki! Ölseydi onu yerinden yurdundan hangi kuvvet ayırabilirdi?
O an yumruklarını sıktı ve karanlığa doğru fısıldadı. ”- Hiçbir kuvvet.”
dedi.
Sessizliği bozan hışırtıya doğru döndüğünde
artık düşüncelerinden sıyrılmıştı. Sesin, iskeleyi aydınlatan lüks lambasının,
yağmur çiselerinin yumuşak dokunuşlarına çaresizce boyun eğen sıcak camından
geldiğini anladığı anda babasının, annesinin ve oğlu Nikolas’ ın geldiğini
gördü. Kendini toparladı ve işlerini ağırdan alan hamallara, üzülerek de
olsa “-Biraz daha gayretli olun kuzum !”
diye seslendi. Berikiler utandılar ve tekrar gayrete geldiler. Sonra gelenlerin
tarafına baktı. Baba Hristoforos ve anne Zoi’ nin ağızlarını bıçak açmıyordu.
Sanki dudakları birer çizgiydi. Bir süre konuşmadılar. İşin doğrusu
konuşamadılar. Hem neyi konuşacaklardı ki! Yaşayacakları göçün çöküntüsünü mü,
şimdiden hüzün dolu ve zor olacağı belli olan yolculuklarını mı? Hangisini?
Korkuyorlardı işte! Bilinmezlik korkusu ayrılığın hüznünü bile yaşatmıyordu
onlara. Annenin her zaman olduğu gibi düğüne gider gibi giyinmiş olması
Evdoksiya’ ya büyük mutluluk verdi. Annesinin bu özelliğine hep saygı duymuştu
ama bu sefer onda cesareti buldu ve gözlerindeki parıltıyı hissetti. İşte bu
iyiye işaretti. Anne yine güçlüydü.
Biricik
oğlunun yanağını okşadı. Onun varlığı Evdoksiya’ya hep güven ve umut vermişti.
“Konuştun mu?” diye sordu. Niko’ nun delikanlı yanaklarını ateş bastı, utandı.
O Kasım soğuğunda çıra gibi yandı tutuştu. “-Konuştum, hem bak Şükriye Teyze
bunu sana gönderdi “ dedi usulca. Evdoksiya Niko’ nun uzattığı mendili görünce
ağlamaklı oldu. Yıllardır iç içe oldukları, sevinci, üzüntüyü paylaştıkları bu
insanlardan ayrılacağını iyice anladı. Seyidefendilerin küçük kızları Fikriye
‘nin günlerce göz nuru döktüğü, üzeri işlemeli mendil şimdi elinde duruyordu. Onyedi
yaşındaki Niko’ nun için için sevdiği Fikriye’ nin onları niye uğurlamadığını
şimdi daha iyi anlamıştı. Bu mendil her şeyi, ama her şeyi gözlerden ve
kelimelerden daha iyi anlatıyordu. Ürperdi. Çocukların kaderine üzüldü.
İskeledeki
hareketlilik bitmişti. Görevliler tekneye binmelerini söylediklerinde hepsi
birden gerilere doğru baktılar. İçlerinde, sanki birilerinin “-Gitmeyin, bu
yaşananların hepsi rüyaydı! “ diyeceklermiş gibi bir duygu yer aldı. Ama sadece
o kadar! Gidenler sessiz, uğurlayanlar sessiz. Dudaklar kısılı ve gözler yaşlı.
Karanlık suları yara yara ilerleyen tekne, her saniye onları hatıralarından
koparıp götürüyordu. Gecenin karanlığında, kendilerini yeni ülkelerine götürmek
için açıkta bekleyen şilebe doğru yaklaşırlarken yaşayacakları zorlukları ve
günleri düşündü Evdoksiya. 1924 yılının bir Kasım gecesinde başlayan bu gidişin
dönüşü yoktu artık.
Tekne
hedefe ulaştı. Şilebin sallanan merdivenlerini gemicilerin yardımıyla tırmanan
yolcular kamaralarına yerleştiler.
Evdoksiya
kamaranın bir köşesinde soğuktan büzülmüş bir vaziyette duran anne ve babasının
hallerine bakınca dudaklarını ısırdı, kendini sıktı ama ağlamadı. Artık ağlamayacaktı.
Ama sözünü tutamadı. Şilep, demir aldığında ve uskurların dönüşüyle
sarsıldığında küpeşteden Ereğli’ nin cılız ışıklarına doğru bakan Niko’ nun “-
Bir zaman sonra buraya dönecek miyiz anne?” sorusuna onun istediği, onun
umduğu, kendisinin ise asla inanmadığı cevabı verdi. “- Birkaç yıl sonra
döneriz oğlum!” dedi ve sonra gözyaşlarına engel olamadı. “-Elveda Ereğli,
Kosta’ mı bağrında iyi sakla! Elveda Kosta, elveda çilek kokulu memleketim,
dostlarım elveda
1924
yılının olağanüstü şartlarında bu göç Seyidefendi ailesini de derinden sarstı.
Yıllardır birlikte yaşadıkları komşularının Yunanistan’a gönderilmelerini,
bilmedikleri bir yerde yaşamak zorunda bırakıldıklarını akılları almıyordu. Evin
Ecesi Havva Kadın “-Onlara orda bi somun
bile vemezle! Vah Zoi! Vah Zoi, vah uşacuklarım! “ diye günlerce dizlerini
dövdü, söylendi durdu. Dinleri de, dilleri de bir olsa bile, buradan gidenleri
oralarda çetin ve meşakkatli günlerin beklediğini hepsi biliyordu. Akşamları
aile bir araya geldiğinde, yaşadıkları olayları anlatarak, onlardan
öğrendikleri Rumca şarkıları söyleyerek anar oldular onları. Birlikte yufka
açtıkları, balık tuzladıkları taşlığa uğramaz oldular uzun zaman. Pazar günleri
Tombaktis’lerin kilise dönüşünde onlara uğradıkları anları hatırladılar. Niko’
nun koşa koşa gelmesi, daha nefeslenmeden, “-Şükriye Teyze kabak gözlememi ver
!” demesi ve daha annesigiller gelmeden acele acele yemeye çalışması, birer birer gözlerinin önüne geldi. Birlikte
çok güzel, mutlu günleri olmuştu.
Fikriye
bu ayrılığın hemen sonrasında hastalandı, yemeden içmeden kesildi. Adeta bir
ruh gibi oldu. Aile bunu üzüntüye bağladı. O kadar. Üstünde durmadılar. Ve
hiçbir zaman kızın üstüne varmadılar. Zaman, yavaş yavaş yaraları sararken,
hayatın akışı bütün hızıyla devam ediyordu. Evin oğlu Tevfik, arkadaşı Niko’
nun ve diğerlerinin gitmelerini kabullenemedi ama çaresiz bu duruma boyun eğmek
zorunda kaldı Elden ne gelirdi ki!
Evdoksiya’
ların yeni yerleştikleri şehrin tek iyi yanı deniz kenarında olmasıydı.
Kendileriyle birlikte Ereğli’den gelenlerin de orada olmaları onları ayrıca
mutlu etmişti. O kadar mutlu olmuşlardı ki, eski sakinler tarafından
dışlanmaları bile onlara çok dokunmadı. Nedense eskiler, yenileri bir türlü
kabullenememişti. Bu nedenle onlar çareyi hep birlikte yaşamakta buldular.
Yaşadıkları mahalleye “Heraklia” adını verdiler. Bir araya geldiklerinde
Ereğli’den konuştular, orada bıraktıkları dostlarını andılar, Türkçe şarkılar,
türküler söylediler. Bir çeşit ağıt yaktılar kendilerince. Göçcülerin yeni
arkadaşlar edinmeleri uzun bir zaman aldı. Niko’nun da öyle. Niko Fikriye’ yi
unutamıyordu bir türlü.
Oraya
varlıklı olarak gidenler, diğerlerine yardım etmek zorunda kaldılar. Hayat
şartları zordu. Kısa zamanda yokluk belası çoğunun başına çöktü. Öylesine ki,
Ereğli’de varlıklı olarak bilinen bazı ailelerin fertleri öldüklerinde belediye
tarafından gömüldü. Olağanüstü zamanlar yaşanıyordu. Kimi bildiği mesleği
yapmaya başladı, kimisi de karın tokluğuna başkalarının yanında çalışmaya
başladı. Niko gençti ve hırslıydı. Önceleri bir fırında çalışmaya başladı, daha
sonra da bir sarrafın yanına girdi. Çalışkan ve dürüst bir çocuktu. Dede
Hristoforos’ un 1930 yılında ölmesinden bir yıl sonra, büyükanne Zoi’ de bu
çileli hayattan kurtuldu. Niko, anneannesinin cenazesi başında dururken, hep
birlikte yaptıkları yolculuğu düşündü. Onların hüzünlerini yaşadı. Doğdukları
yerde ölmediklerine üzüldü. Artık bir kendisi, bir de annesi vardı.
Evdoksiya,
güçlü ve güzel bir kadın olduğu kadar becerikliydi de. Birçok isteyeni olduğu
halde evlenmeye yanaşmadı. İşin kolayına kaçmadı. Yufka açtı, turşu kurdu
sattı. Bir müddet sonra da küçük bir dükkân açtı. Niko ’yu yanına aldı.
Birlikte işi büyüttüler. İşyerlerini lokantaya çevirdiler. Evdoksiya orada
herkesin beğendiği Ereğli yemekleri yaptı. Havva Eycenin pek güzel yaptığı
“malay”ı sevdirdi müşterilerine. Mısır unundan yapılan bu yemek için özel
müşteriler geliyordu. Geçimlerini sağlamışlardı. Düzene girdiklerinde Evdoksiya
kafasını meşgul eden düşüncesini Niko’ya söyledi. ”- Artık evlen be Niko,
ölmeden bir torun seveyim “ dedi. Sonra
“-Bak artık kocadın! “ diye şaka yaptı. Yüreğinin yağı eridi, içini bir
sızı kapladı Niko’nun. Gözlerini annesinden kaçırdı. Evdoksiya üstüne gitmedi,
işine devam etti. Akşam eve geldiklerinde Evdoksiya oğluna Fikriye’nin işlemiş
olduğu mendili sandıktan çıkarıp verdi ve evlilik konusunu bir daha hiç açmadı.
O da Niko gibi Fikriye’nin güzel yüzünü canlandırdı hayalinde. Yorgun yüzü
gevşedi. Nedense içine bir umut doldu. Sonra da “-Deli oğlan sen de!” diye söylendi ve yatmaya gitti.
Yunanistan’a
gönderilenlerin yerine Selanik‘ten, muhacirlerin geleceğini öğrendiklerinde
Ereğli’de bir merak başladı. Acaba nasıl insanlardı? Onlarla bir arada yaşayabilecekler
miydi? Nasılsa yakında bunu öğreneceklerdi. Muhacirler geldiler ve çoğu
Neapolis’te (Yenimahalle) mübadelede gidenlerden boşalan evlere yerleştiler.
Kısa zamanda onlar da mahalle sakinlerinin misafirperverliklerinden paylarını
aldılar. Öyle ya onlar da gurbette sayılırlardı. Gelenleri gidenlerin yerlerine
koydular. İyi insanlardı yeniler. Çalışkandılar. Görmüş geçirmiş kimselerdi.
Çabuk kaynaştılar ve kısa bir zaman içerisinde, birbirlerine uyum sağladılar. Zaten
aksi düşünülemezdi bile. Kararları başkaları veriyor, kendileride bu kararları
kader olarak yaşıyorlardı işte.
Seyidefendilerin
oniki odalı evleri mahallenin tam ortasındaydı. Geleni gideni boldu. Kısa
zamanda mahalleye yeni gelenlerin de sıkça uğradıkları yer oldu. Fikriye’nin hayatı,
onlar geldikten sonra gözle görülebilir şekilde değişti. Bir kere okumaya merak
sardı. Selanikli Nef’i Beyin eşi Sıdıka Hanım, Fikriye’nin yaşamını baştan sona
değiştirdi. Kitap okumayı da o sevdirmişti. Bu güzel yüzlü, güzel huylu kızın
sıkıntısını biraz olsun hafifletmişti Sıdıka Hanım. Fikriye’ye kitaplar verdi.
Ona piyano çalmayı öğretti. Bu yüzden Seyidefendiler İstanbul’ dan dan gemiyle
bir piyano getirttiler. Eve neşe doldu, ışık doğdu adeta. Fikriye yaşamı
tatmaya başladı. Ama Niko’yu hiç unutmadı. Evlenmedi de. Ailesi de onu bu
konuda hiç zorlamadı. İçine kapanık Fikriye gitmiş, yerine neşeli, sözünü
dinleten ve kendine güvenen bir insan gelmişti. Güzel giyinen, piyano çalan ve
Fransızca konuşabilen bu güzel kızla evlenebilmek için kimler ne diller
döktüler, ne diller. Kabul etmedi. Artık Niko’yu sevmesinin de ötesinde kendi
kişilik kavgasına dönüşmüştü bu mesele. Gençlere müzik ve Fransızca dersleri
vermeyi tercih etti. Elbise, şapka modelleri çizdi. Diktirdi ve giydi.
Emsallerine göre farklı bir yapıya sahipti.
Alman
Ordularının Polonya’ya girmesi öncelikle Avrupa’ da korkunç şeylerin olacağının
habercisiydi. 1939 yılında Niko 32 yaşında iken askere alındı. Annesinden
ayrıldı. Evdoksiya ağladı. O, oğlundan değil, zor günlerini paylaştığı
yoldaşından ayrılmış gibiydi. Gerçi savaş onlardan uzaktaydı ama yine de içinde
sızlayan bir yer ona kötü şeyler olacağını önceden haber veriyor gibiydi. Niko
üç yıl boyunca eve dönemedi ama annesinden haber aldı. Avrupa’ da savaş
başladığında Alman Ordusunun memleketlerine de girmesinin an meselesi olduğunu
bilen Yunan Hükümeti, Almanlarla düzenli ordu yerine milis güçleriyle mücadele
etmenin daha doğru olacağına karar verdiğinde, Niko bu güçlerin içinde yer
almıştı bile. İki defa yaralandı ve daha sonra da esir düştü. Bu esaret savaşın
bitimine kadar devam etti. Artık 39 yaşında yaşlı bir insandı. O kendini öyle
görüyordu. Esaret yıllarında ölümle burun buruna gelmediği zamanlarda evini,
annesini düşündü. Tuhaf olan şey Fikriye’nin yüzünü hatırlayamamasıydı. Niko,
sonunda eve döndü. Evdoksiya’ nın oğlunu görünce dili tutuldu. Birazı heyecandan,
çoğu da oğlunun halinden. Sanki bir kemik yığını yürüyordu. Sarıldı oğluna
“Bebeğim !” dedi.“-Sana ne yaptılar?” Konuşamadı Niko! Ağladı, ağladı,
ağladı......
Savaşın
açtığı yaralar yavaş yavaş sarılmaya başlandı. Barış güzel şeydi, ama savaş
olmayınca kıymeti anlaşılmıyordu. Niko’nun kendine gelmesi, toparlanması uzun
zaman aldı. Sanki yeniden yemek yemeyi, konuşmayı öğrendi. Savaştan hiç söz
etmedi. Soranlara “-Geldi
geçti!” dedi sadece. Ama gelip te geçmemişti işte. O bunların içinde yaşamıştı.
Ne olursa zaten olacaktı. İnsan bir kere ölürdü.
Biricik
oğlu Niko’ yu beklerken, biricik bebeğini, tek yoldaşını beklerken bin kere
ölen Evdoksiya’nın kalbi bu üzüntülere dayanmadı. 1947 yılının bir Mayıs
sabahında Niko’yu bıraktı gitti bu dünyadan. Niko çok ölüm görmüştü. Savaşırken
de, esirken de ama bu ölüm onlara benzemiyordu. Bu sadece bir ölüm değildi, bu
yanlızlıktı. “-Şimdi babama kavuştun anne !” dedi fısıldarcasına. O an, bir
türlü hatırlayamadığı Fikriye’ nin yüzünü gördü.
Lokantayı
açtığında içini bir ürperti kapladı. Annesinin terlik seslerini duyar gibi
oldu. Kapatıp gitmek geldi içinden. Yardımcıları Pano geldiğinde o dönmek
üzereydi. Onu görünce duraladı.. Sarıldılar birbirlerine. Evdoksiya onun da
annesi gibiydi. Birlikte çıktılar lokantadan. İçmeye karar verdiler. Pano kız
kardeşinin kocasının savaşta nasıl öldüğünden bahsetti içerlerken. Kız
kardeşinin çocuğuyla birlikte yalnız kaldığından söz etti Niko’ya. Kafası iyice
dumanlanınca da “ Niko be “ dedi. “ -Kız kardeşimi sen alsana “ diyerek sıkıntısını çıkardı adeta ağzından.
Utanmıştı halinden. Niko onun omuzuna vurdu ve “-Alırım Pano” dedi. Düşünmeden
söylemişti bu sözü. Böyle yapmakla sanki savaşın ayıbını örtecekti.
Evlendiler.
Karısı Ortans ve kızı İrene ile birlikte bir zamanlar annesinin yaşadığı bu
evde yaşayacaklardı artık. Mutluydu Niko. Kendi kendine “-Nihayet bir işe
yardın Niko !“ diye söylendi. Artık karısı da onlarla birlikte lokantada
çalışmaya başlamıştı. Geçmiş unutulmamıştı ama onlar yaşamak ve zorlukları
aşmak zorundaydılar.
1960
yılının Haziran ayında Seyidefendilerin evlerinin kapı tokmağı alışılmışın dışında
sert bir şekilde vurulduğunda ev halkı telaşa düştü.“-Hayırdır inşallah. !“
dediler. Kapıyı Tevfik Usta açtı. Tokmağa vuran ufak tefek bir bekçiydi. “-Hayırdır Bekçi Efendi! “ dedi Tevfik Usta
biraz çekinerek. “-Hayır, beyim, hayır
endişeye mahal yok !” dedi bekçi. Sonra eliyle aşağıyı işaret ederek bir kadın
ve bir erkeği gösterdi. “-Bunlar
yunanlıdan gelmişler. Karakola bu evi tarif etmişler. Bende aldım getirdim,
tanıyon mu sen bunları ?” Tevfik Usta aşağıya baktı ve gelenleri tanıyamadı.
Tanımadı ama yine de buyur etmekten geri kalmadı. “-Be Tevfik beni tanımadın? dedi aşağıdaki
erkek bozuk türkçesiyle. Şaşırdı Tevfik Usta. “Ben Niko, Niko nasıl tanıman be
kardaş ” diye gülerek sürdürdü konuşmasını beriki. Şaşkınlığın ve heyecanın
hakim olduğu bir ruh haliyle eve girdiler. Bir zamanların o kalabalık evi artık
tenhaydı. Yaşlılar yoktu artık. Oturdular Tevfik Usta ağlamaya başladı. Nasıl
tanımazdı Niko’yu. Onları karısına, çocuklarına tanıştırdı. Anlatmaya
başladılar olanları birer birer. Anlatacak çok şey vardı. Niko 1924 yılında
ayrıldığı mahallesine 1960 yılında dönebilmişti. Tam 36 yıl sonra. Ağlaşma
bittikten sonra, hep birlikte yemeğe oturdular. Pazar günü olduğu için her
zamanki gibi ıspanaklı pide yediler. Pideden sonra Niko : “-Kabak gözlemesi var
mı ?” diye sordu muzipçe. Sonra da niye öyle dediğini anlattı. Karısı Türkçe
bilmiyordu ve Niko konuşulanları ayrıca karısına da Rumca olarak anlatıyordu.
Uzun, uzun konuştular. Bir onlar anlattı, bir onlar. Ölümlerden bahsettiler.
Büyüklerden konuştular. Niko bir şey sormak istedi, soramadı. Boğazında düğüm
düğüm oldu kelimeler. En sonunda “-Fikriye ne zaman öldü ?” diye aniden
soruverdi. Birden ortalığı ölüm sessizliği kapladı. “-Fikriye ölmedi ki” diye
cevap verdi Tevfik Usta şaşkın bir tavırla. “- Arka bölümde odasında!” dedi. Niko öylesine heyecanlandı ki, içinden
“Herhalde ben doğduğum yerde öleceğim!”
diye geçirdi. Arkasından hemen “-Görebilir miyim? “ dedi. Kalbi yerinden
oynayacakmış gibiydi Niko’ nun. Onca yıl geçtikten sonra, onca acılar çektikten
sonra sanki daha dün ayrılmış gibi bir his doldu içine. Kalkmak isterken
sendeledi. Karısı birden telaşlandı. Rumca bir şeyler söyledi Niko’ya. Niko,
“-Yok bir şey “ dedi etrafındakilere. Karısına gülümsedi.
Arka
bölüme geçilen koridor bitmek bilmedi bir türlü. Bölüme geçtiklerinde Tevfik
ustayı da bir heyecan sardı. Bakalım birbirlerini tanıyabilecekler miydi?
Odanın kapısına geldiklerinde “-Önce sen gir” dedi Niko’ya. Niko kapıya
vurduğunda içeriden bir sesin “-Girin”
dediğini duydu sadece. Her zamanki gibi yine yüzü kızardı, içini ateş
bastı. Kapıyı açtığında Fikriye’yi cam kenarında omuzlarında şalı kitap okurken
gördü. Fikriye de ona baktı. “-Memleketine hoş geldin Niko !” dedi. Niko için
dünya durmuştu. Hayatının aşkı karşısındaydı. Tevfik Usta şaşırmıştı kardeşinin
Niko’yu hemen tanımasına. Nereden bilecekti ki hiç unutmadığını. Çocuklardan
biri Tevfik Ustaya seslenince, onları odada yalnız bırakıp çıktı. Niko ile
Fikriye tokalaştılar. Fikriye onun yüzüne, bir annenin çocuğuna baktığı gibi
şefkatle, sevgiyle bakıyordu. “-Yaşlanmışsın !” dedi Niko’ya. “-Ben çok geç
evlendim “ dedi Niko kendini affettirmek ister gibi. Fikriye de ona “-Ben hiç evlenmedim” diye cevap verdi. Sonra da “-Artık benim mendilimi geri verebilirsin !“
dedi ve kitap okumaya devam etti. Bir daha hiç konuşmadı. Niko mendili vermedi.
Fikriye,
Niko Ereğli’den ayrıldıktan üç gün sonra, oturup kitap okuduğu köşesinde sessiz
sedasız öldü. Beş yıl sonra tekrar Ereğli’ye gelen Niko, mendili Fikriye’nin
mezarına bıraktı.
*Kdz. Ereğli Sanat Kurumu Derneği
tarafından 1998 yılında düzenlenen “Savaş Büke Öykü Yarışması”nda,
Birincilik Ödülü.
Haluk HANÇER
Kdz. EREĞLİ
Yorumlar
Ama kdzereğli de yaşanan #mübadele öyküsü beni derinden etkiledi...
Yaşadığımız şehir, ülke yer her neyse geçmiş tarihini bilmenin önemini herkesin öğrenmesi gerek keşke okullarda bu konular daha ilkokulda başlasa...
Burada anlatılan bir aile..yüzlerce aile yaşadı bu acıyı...vatansizlik nasıl bir duygudur, bir yere ait olamamak ne zordur...ve son söz #savaşa hayır....