BEHÇET NECATİGİL’İ DOĞUM GÜNÜNDE ANIŞ
BEHÇET NECATİGİL’İ DOĞUM GÜNÜNDE ANIŞ
YAZAR :Erol ÇATMA
Behçet Necatigil ve Zonguldak
Behçet Necatigil’in Ahmet Naim’e yazdığı mektup olmasaydı, belki de Behçet Necatigil’in Zonguldak’ta, bir zamanlar benim de okuduğum Mehmet Çelikel Lisesi’nde öğretmenlik yaptığını bilmeyecektim. Biraz da araştırmacı mantığı ile Behçet Necatigil’in bu dönemlerini öğrenmeye çalıştım. Beni mutlu eden başka bir nokta ise, yıllar önce dilimden düşürmediğim bir şiirin de Behçet Necatigil’e ait olmasıdır, aslında bu beni biraz da mahcup etti. “Gizli Sevda” o yıllarda çok sık okunurdu. Ben “Gizli Sevda” şiirini hala ezbere okuyabiliyorum. Bir şiiri otuz yıl ezbere okuyan bir insan o şiiri çok sevmiş olmalıdır, ama yazarını unutmak korkunç bir vefasızlıktır.
Benim yazdıklarım “yazın eleştirmenliği” sayılmamalıdır. Yazın dünyasında, edebiyattan çok, Zonguldak için bir şeyler yazmış ve karıncalar ordusu gibi yeraltını oyan maden işçilerinin çığlıklarını yansıtan yazıncılarla ilgilenmekteyim.
Behçet Necatigil, 14 Nisan 1916 günü İstanbul’da Fatih semtinde dünyaya gelir. Babası Kastamonuludur. O dönemlerde Beyoğlu ve Sarıyer Müftülüklerinde vaizlik görevinde bulunmaktadır. Annesi Bedriye hanımsa Geliboluludur. Bedriye hanım geçirmiş olduğu ağır bir tifo hastalığını henüz atlatmak üzereyken oturmuş oldukları konağın yanmasıyla meydana gelen korku ve heyecan nedeniyle “mide humması”ndan 27/28 Haziran 1918’de vefat eder. Behçet Necatigil o zaman henüz daha iki yaşındadır. Babası Saime hanım isminde bir kadınla evlenir.
Behçet Necatigil’in hayatı bundan sonra anneannesinin eviyle üvey annesinin evi arasında sürüp gider.
Behçet Necatigil hastalıklı ve huzursuz bir çocukluk dönemi geçirir. Üvey annesinin şefkat göstermemesinin yanında ayrıca ağır bir cilt hastalığına yakalanır.
Necatigil çocukluk dönemini bir şiirinde şöyle anlatır:
“Doğdum dünya harbi, birinci dünya harbi
Çocukluğum veremli inek sütleri
Boynumda, kollarımda oyuk lenfa bezleri
Hastane koridoru, beklemek, küvet, irin
Acısını ancak bir ben bilirim
Derin izleri derimde utanacak değilim”
Necatigil bir süre de Kastamonu’da akrabalarının yanında kalır. Annesinin erken ölümünün onu derinden etkilemesini şu satırlarla ifade eder:
“Bir köy, anızlar kesmiş tabanlarımı, şehirlere getirildim sonra. Çocuk anasız kaldı mı, iş işten geçmiş ola.”
Cumhuriyet’in ilanından sonra dini görevinden ayrılan babası “Singer Müfettişliği” alıp, ailesiyle birlikte Kastamonu’ya gider. Behçet Necatigil de 1923 yılında Beşiktaş Cevri Usta İlkokulu’nda başladığı eğitimini dördüncü sınıfa kadar burada sürdürmüş, son sınıfı da Kastamonu Erkek Muallim Tatbikat Mektebi’nde tamamlamıştır.
Behçet Necatigil ortaokula Kastamonu Lisesi’nde başlar. Ancak hastalıkları nedeniyle okula iki yıl ara verir. Ortaokuldaki Türkçe öğretmeni Şair Zeki Ömer Defne’dir. Zeki Ömer Defne, Behçet Necatigil’in edebiyata ve sanata olan yeteneğini fark eder ve onunla yakından ilgilenmeye başlar. Behçet Necatigil’in hastalığı nedeniyle ameliyat ve elektrik tedavisi gerekmesi üzerine tekrar İstanbul’a döner.
Behçet Necatigil 1931 yılında Kabataş Lisesi orta ikinci sınıfa kaydolup iki yıl sonra ortaokulu, üç yıl sonrada lise edebiyat kolunu birincilikle bitirir.
1936 yılında Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydolur.
Behçet Necatigil üniversitede Cahit Külebi, Ahmet Ateş, Mehmet Kaplan, Fahri İz, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret, Salah Birsel, Tahir Alangu gibi sanatçı, yazar ve bilim adamlarıyla birlikte olur ve Ekim 1940 yılında fakülteden birincilikle mezun olur.
Üniversiteden mezun olduktan sonra Kars ve Antalya arasında tercih yapmak mecburiyetindedir. Behçet Necatigil öğretmenlik yapacağı yeri Kars olarak belirler, 1940 yılında Kars Lisesine Edebiyat öğretmeni olarak gider.
Behçet Necatigil Kars’ta bulunmaktan pek şikayetçi olmaz, aşırı soğuklardan kendisini koruduğu müddetçe bir problemi yoktur, ama hastalığı onu rahatsız etmeye başlar. Kars’ta geçen günlerinde daha rahat, huzurlu ve asude bir hayat yaşar. En azından orada kendisine ait bir odası, sobası ve rahatı vardır. Hatta Zonguldak’taki öğretmenlik günlerinde Kars’a tekrar dönmek için müracaat etmeyi bile düşünür.
Behçet Necatigil Kars’ın aşırı soğuğuna dayanamaz rahatsızlanır ve bu sebeple Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesine nakledilir. Bir anlamda yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur. 9 Ekim 1940 yılında başlayan bu görevi 1 Mart 1943 yılına kadar devam eder.
Bu dönemler Zonguldak ülkenin en ağır yükünü taşımaktadır. Bu yıllar Zonguldak’ta Milli Koruma Kanunu bütün hışmıyla sürmektedir. Maden işçilerine mükellefiyet uygulamasının yanında İkinci Dünya Savaşı’nın da beraberinde getirdiği yaşam zorluğu, hayatı her yönüyle olumsuz yönde etkilemektedir. Bir süre sonra gıda maddelerinin karneye bağlanmasının yanında, karaborsa ve yokluk had safhaya ulaşır. Bütün bunların yanında Necatigil’i en fazla rahatsız eden şey, kömür tozlu ve sisli olduğu kadar aşırı rutubetli Zonguldak havasıdır. Bu rahatsızlığı ile ilgili olarak, Nurullah Çetin, “Necatigil Zonguldak’ta sıkıntılı ve hastalıklı günler geçirir. Rutubetli, berbat, pis havalı, karanlık, kasvetli, soğuğu iliklere işleyen bir şehir olarak nitelediği Zonguldak’ta tutulduğu hastalıklardan şikayetçidir. Zayıf bünyesi otel odalarında yaşamaya tahammül edemez. Maaşını almada aksaklıklarla karşılaşır ve para sıkıntısı çeker. Zonguldak onu hiçbir şekilde memnun etmemiştir.” der. (Nurullah Çetin, Behçet Necatigil, Hayatı, Sanatı ve Eserleri, T.C. Kültür Bakanlığı, Kültür Eserleri Dizisi, 1997, s.198.)
Zonguldak’ta geçen hastalıklı zor günlerini Tahir Alangu’ya yazdığı bir mektubunda şöyle dile getirir: “Müşkül günler geldi çattı dostum. Adenetim bir gecede birden delindi. Bol gıda, bünyeyi takviye. Fakat lokantada yemekler gittikçe azalıyor ve mevcutlar da gittikçe pahalılanıyor.(…) Eskiden mesela Kars’ta öksürdüğümü hiç bilmezdim. Ama burada bu kömür tozları teneffüste, bir cigara içmeye göreyim, gecesi tıkanırcasına öksür de öksür.” (Nurullah Çetin, age, s.198)
Behçet Necatigil’in Zonguldak’ta kaldığı otel havasız ve rutubet kokmaktadır. Pek de aydınlık olmayan lambaların altında yazılı yoklama kağıdı ve vazife defteri okuyabilmek için ayakta durarak lambaya iyice yaklaşmak gerekmektedir. O dönemlerde de henüz vekil öğretmendir. Asaleten tayini gelmediği içinde oldukça şikayetçidir.
Bu dönemde öğrencilerine köylerindeki ve kasabalarındaki folklor ürünlerini yazıya geçirmelerini, bunları Halkevleri dergilerinde yayımlayacağını söyleyerek onları folklor derlemelerine yönlendirir. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu ile birlikte Zonguldak’ta bir sanat çevresi oluştururlar.
Şiir yazmaya çok küçük yaşlarda başlayan Behçet Necatigil, 15 Temmuz 1943 tarihine kadar yayınladığı şiirlerin altına “Behçet Necati” imzasını atar. 15 Temmuz 1943 tarihinde yayımladığı “Okumak Hakkında”, “Gençken II”, “Bu şehirde (Yabancı Şehir)” şiirinde ve daha sonraki tüm şiirlerinde Behçet Necatigil imzasını kullanır. (Nurullah Çetin, age, s.198)
Behçet Necatigil, asıl kendi sesini Kars (1941) ve Zonguldak (1942-1943) liselerindeki öğretmenliği sırasında bulmaya başlamıştır. Özellikle Zonguldak dönemi, onun şiirinin oluşumunda önemli bir yere sahiptir. Çünkü burada sanatı için verimli bir çevre bulmuştur. Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu gibi iki kuvvetli şairlerle birlikte çalışmışlar ve Zonguldak’ta çıkan “Ocak” ve “Yeni Zonguldak” gazetelerinde, “Karaelmas” ve “Değirmen” (İstanbul) dergisinde şiir ve yazı yayımlamıştır.
Behçet Necatigil, Tahir Alangu’ya 14 Nisan 1942 tarihinde yazdığı bir mektubunda “Yeni Zonguldak” adlı mahalli gazeteye yazdığından şöyle söz eder: “Yeni Zonguldak isminde on haftadır çıkmaya başlayan bir gazetenin muharrir kadrosunda fisebilillah [karşılıksız] yazı yazıyorum. ‘Bir Adamın Kuruntuları’ başlığı altında hemen hemen her nüshada çıkan lirik(!) nesirler bu aciz kaldırımdaşının kalem ve karihasından [insanda kendiliğinden meydana çıkan fikir ve niyet] çıkar.“ (Nurullah Çetin, age, s.198)
Behçet Necatigil’in bu dönemde “Yeni Zonguldak” ismindeki gazeteye “Bir Adamın Kuruntuları” başlığı altında 11 Şubat 1942’de yazdığı “Rıhtıma Doğru” denemesinde, “Şimdi bu gece oldukça sakin bir denizin dalgalarına dalaraktan hareket ettiğim bir alemde, kendimle baş başa, nereden geldikleri belirsiz hazlar, huzurlar içinde, ihtimal günlük yorgunluğun zoruyla ihsasların [duyurma, üstü kapalı sezdirme] gişesini de kapamış bir beldenin, hiç değilse bu gecelik hiçbir şeyi umursamayan selametinde, gerisingeri dönüyordum. İsteklerim, inkisarlarım [gücenme, gönül kırma], sıkıntılarım uykuya dalmışlardı. Onlar içerimde rahattı ve neticede, bir gece vakti, Zonguldak’ta ben rahatım” cümleleriyle o anlık da olsa Zonguldak’la ilgili memnuniyetini belirtmektedir.
Necatigil 1 Ocak 1943’de yazdığı “Gece Gezintileri” denemesinde de Zonguldak’tan güzel bir kesit sunar: “Gece bizi, hemen her seferinde, sokaklarda gezdirir. Bir çocuk bunca zamandır görmediği hasreti annesine kavuşurcasına şiir, ekseri gecenin bizi davet ettiği köşe bucaklarından kollarımıza atılır; şaşkınlığımız uzun sürer, çünkü biz şiiri, aydınlık sabahlarda henüz herkes uyurken tenha rayların uzandığı bir deniz kıyısında bulacağımızı sanırdık. Onun için, sabah sessizliğinde bir park sırasında oturup kitap okuyor derlerdi.
Lambaların kömür tozu oynaşan sarıbeniz ışıkları, geceye mahsus. Lambalar biz onlara yanaştıkça hep ayaklarımıza bakıyorlardı. Biz ise yüzümüze bakılsın isterdik. Çünkü yüzümüz gecenin serini ve sevinci içinde parlıyordu ve yorgunluğumuzdan kimseye bahsetmemeye söz verdikleri halde, sarıbeniz ışıklara her şeyi ilan eden ayaklarımız hain ve haklı, daha ileri yürümemek için direniyorlardı.
Mezarın bir cankurtaran otomobili içinde korkunç feryatlar kopararak bir adamın vücuduna doğru şimşek gibi geçip gittiğini, bir gece vakti gördü. Hâlbuki o adam için, yıllardır beklediği sofralar daha yeni kurulmuştu. Ölümün durup dururken gelişi bize geceyi büsbütün sevdirdi.”
Bütün bu denemeler “Behçet Necati” imzasıyla yayınlanmıştır. Behçet Necatigil imzasını da “Karaelmas” dergisinde yayımlanan “Şehirden Kaçmak - Şehre Sığınmak” isimli makalesinde görüyoruz.
Necatigil’in “Yağmurlu Bir Akşamda” isimli denemesinde Zonguldak çok güzel dile getirilir. O yüzden olduğu gibi yayımlamakta yarar gördüm.
“BİR ADAMIN KURUNTULARI: YAĞMURLU BİR AKŞAMDA
Bu akşamki treni, uğurlayacak yolcusu olmadığı halde, selametlemeye yalnız iki kişi geldi: Bir çiseleyen yağmur, bir de bu satırların sahibi.
Lokomotif, ikimize de veda dumanları yollayarak, demir köprü bitimindeki karanlık oyukta kayboldu. Son vagonda tünelin içine koyunca, peşlerinden köprübaşına kadar gittim. Akmaktan ziyade kımıldayan, kapkara, yapışkan bir su, bütün sevincimi alt üst etti. Geri döndüm. Hat boyunda, karşılıklı bakışan boş vagonlar arasında, bu uzun, üstü açık koridorda yürüdüm. Damlalar, çinko levhalar ucundan boşluğa sarkıyor ve aynı noktaya düşen her su yuvarlağı, bir çivi gibi toprağı deliyordu. İçimden toprağa acımak teklif eden bir hissi, ilk adımda yanımdan uzağa sürdüm.
Ray kenarına dökülmüş, traversler üstünde kalmış kömürleri toplayan çocuklarla, baharın geciktiğine dair laf attık. Konuşmamız bizi uzak konulara, ekmeğe ve ıslaklara gözlü, ele avuca sığmaz bir buzağı bıraktı. Kütükler arasındaki parça, kırık taşlar, makine yağlarıyla kararmıştı. Yazıları kirden okunmaz olmuş Karabük vagonlarının daralarını öğrendim. Peş peşe sigaralar, boğazımı yakıyordu. Kocaman tekerleklerin kapaklarını açarak içerilerine yağ döken adam, karşıki hastanenin, bugün pek erken ışık yaktığını hatırlattı. Akşam, her zamankinden önce inmiş ve makine yağları üzerinde yaşaran çimenlere bakarak Allah’ın büyüklüğüne, bir kere daha emniyet ettik. Bu iman tazelemesi şerefine, yeniden iki sigara dudaklarımıza birer imza gibi yapıştı.
Yağmur ayaklarıma bedavadan cila vuruyordu. Islak paçalarıma aldırmayarak makas fenerlerindeki yeşil camlarla oyalandım. Büyük bir acele ile hat değiştirmeye koşan azgın bir lokomotif, beni koyu dumanlar içinde bıraktı. Yapraksız küçük çınarlarda şubat ayının unutup gittiği kozalaklardan koparıp paltomun ceplerine koymak istedim. Bir kömür işçisi, benden saati sordu, kozalakları unuttum. Mezbahadan doğru gelen dere, büyük taşların bulunduğu yerlerde beyaz köpükler çizerek, biraz ötemden akıyordu. Sular, yıllardır ayaküstü oluşan usancı içinde uyuşuk bir bezgindiler.
Yağmur, sadık bir köpek gibi peşimi bırakmadı. Şehir caddelerinde ben önde o arkada, beraber dolaştık. Sonra vaktin çok geç olduğunun farkına vardım ve elimi uzattım. Islak dilin temasını, elimin üstünde son bir kere duydum ayrıldık.” (Yeni Zonguldak, “Behçet Necati” imzasıyla, 25 Mart 1942)
Necatigil’in Zonguldak’la ilgili birçok makale ve denemesi vardır. Necatigil’in bu yazıları tarih sırasına göre aşağıya alınmıştır.
“Bir Adamın Kuruntuları” başlığı altında “Buğulu Camlar” 18 Şubat 1942’de, “Yalnızlığın Türküsü” 25 Şubat 1942’de, “O Kitaplar” 4 Mart 1942’de, Yağmurlu Bir Akşamda” 25 Mart 1942’de, “Küçük Ağaç” 1 Nisan 1942’de, “Avunmak” 8 Nisan 1942’de, “Hamit Hakkında” 15 Nisan 1942’de, Behçet Gönül imzasıyla “ Yadigar” 6 Mayıs 1942’de, “Kitap Konuşmaları” 2 Eylül 1942’de” Yeni Zonguldak’ta”, “Rüştü Ölünce” 16 Aralık 1942’de Ocak Gazetesi’nde, “Gece Gezintileri” 1 Ocak 1943’de Karaelmas Dergisi, “Kitap Konuşmaları” başlığı altında “Son Yıllarda Mevlana Yayınları” 15 Şubat 1943’de Karaelmas gazetesinde, “Şehre Sığınmak - Şehirden Kaçmak” Eylül 1943’de Karaelmas gazetesinde, “Muzaffer Tayyip’in Ölümünden sonra Fani Teselliler” Temmuz 1946’da Türk’ün Sesi Gazetesi’nde, “Rüştü Onur’u Anış” Aralık 1955’de, Yenilik’de yayınlanır.
Behçet Necatigil, 11 Mart 1943 tarihinde İstanbul Pertevniyal Lisesi’ne atanarak Zonguldak’tan ayrılır. Pertevniyal Lisesi’nde iki ay çalışarak askerlik görevini yapmak için yedek subay okuluna gider. Askerlik dönüşünde Kabataş Erkek Lisesi’ne öğretmen olarak tayin edilir. 1960 yılında buradan İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü’ne nakledilir. 2 Ekim 1972 yılında da aynı okuldan emekli olur.
Emeklilik yıllarında da İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinin Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Enstitüsü’nde kompozisyon derslerine girdiği gibi, Yıldız Yüksek Teknik Okulu’nda da derslere girer.
Behçet Necatigil Sarıyer Orta Okulu öğretmenlerinden Huriye Korkut Hanımla tanışır ve 19 Ekim 1949 yılında evlenirler. Bu evlilikten Behçet Necatigil’in 4 Ocak 1951 de Ayşe ve 31 Ocak 1957 de Selma isminde iki kız çocuğu olur.
Behçet Necatigil yaşamı boyunca sayısız eserler vermesine rağmen genellikle ekonomik sıkıntılar içinde yaşar. İyi bir evi olması ve rahat geçinmesinden başka bir arzusu yoktur. Bunun içinde yaz tatillerinde bile tatil yapamaz çalışır. Ek gelir peşindedir. Yazdıklarından gelen paraları da kitaplara yatırmaktadır.
Behçet Necatigil 1979 yılının sonbaharında ölümüyle sonuçlanan inoperabl tümör hastalığına tutulur. Ekim ayında yüzü, boynu şişmiş, morarmış, sesi kısılmış ve soluğu daralmış bir halde hastalığının ağırlaşması üzerine akciğer kanseri teşhisi konularak Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırılır. 13 Aralık 1979 Perşembe günü saat 17.00 de hayata gözlerini yumar. 15 Aralık 1979 Cumartesi günü Zincirlikuyu mezarlığına defnedilir.
Behçet Necatigil, sanat anlayışı ve tutumu bakımından özellikle “Kahveci Kızı” (Ağustos, 1944) şiirinden sonra “toplumcu realist” doğrultuda şiirler yazmıştır. O, toplumcu realizm anlayışına göre içinde yer aldığı sosyal topluluğun sorunlarını, acılarını, çilelerini realist bir gözlemle sunmaya çalışmıştır. Kendinden söz ettiği şiirlerinde bile aslında kendi bireyliği özelinde toplum genelini yansıtmaya gayret etmiştir. Bir anlamda toplumu ve orta yurttaşın trajik ve dramatik hayatını kendisinde duyumsamış ve toplumcu temaları kendi bireysel yaşantısının süzgecinden geçirerek vermiştir. (Nurullah Çetin, Kültür Bakanlığı, age, s.198)
Onun toplumcu realist sanat anlayışını benimsemesinde özellikle Fahir Önger, Oktay Akbal, Salah Birsel, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi sanatçılarla dostluk kurması, onlarla birlikte olması önemli bir etkendir.
Maskeli Balo şiiri bu tür bir örnek olarak gösterilebilir. Bundan başka “Evlerle Savaş” şiirinde de geçim sıkıntısı ve orta sınıf vatandaşın yaşam mücadelesini görüyoruz.
EVLERLE SAVAŞ
Körükler cılız olmak
Evlerin hiddetini
Evlerle savaşırız
Nedir anlamıyorum
Evlerdeki hırsı,
Cansızlarla birlik
Canlılara karşı
Tencerenin azgınlığı başta,
Sofralarla beraber:
Getir:
Dünya durdukça
Tencere pişirecek sofra eritecektir.
Eşyaların azgınlığı tamam!
Hepsi evlerde taraf.
Kopar musluk, kırılır cam;
Hiç yoktan bir masraf.
Geri mi kalır, kumaş, deri
Onlar da zalim, kalleş!
Alalı kaç gün oldu,
Eskir üst baş
Erzaklar halimizden anlasa
Ya,
Anlamaz!
Biter sabun, biter şeker,
Biter yağ,
Biter gaz.
Bir yılan güneşlerde uyanmış
Ateş yak, der oda.
Dışarıda karakış,
İstersen yakma!
Körükler cılız olmak
Evlerin hiddetini,
Evlerle savaşımız
Savaşların çetini
(Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, 5.Baskı)
MASKELİ BALO
Siz yine o maskeli balodan döndünüz,
-Ben bu ismi verdim hayata-
Duracak haliniz kalmadı ayakta
Soyunup dökününüz
Siz kurt oğlu kurtsunuz
Bir ben biliyorum sizi.
Bir ben görüyorum kuzu postuna girdiğinizi
Bravo, yine nasıl yutturdunuz.
Yine parmağım ağzımda kaldı,
Masumluk akıyordu yüzünüzden.
Yine nasıl çevirdiniz üstünüzden
Dünyanın düşmana bakışını kurtlara karşı.
Yaklaştılar yanınıza korkusuz
Yine her birini kıstırdınız, gizli.
Tıkır tıkır yürütürken işinizi
Yine bıyık altından gülüyordunuz.
Maskeli balo bitti, yine gece evinize döndünüz.
Ayakta duracak haliniz kalmadı şimdi.
Bakmayın aynalara, aynalar kirli
Aynalarda rezil olur yüzünüz.
(Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, 5.Baskı)
Necatigil “Zor Geçit” şiirinde çalışan işçi kızın yoksulluğunu ve evliliği gerçekleştirme beklentisinin hayat şartları yüzünden zora girmesini vurgular:
Sen şu evvelce de yazdım:
Siyah gömleğinde, ince
Olmuyor ki ha deyince
Hayat bütün bütün zalim.
Kaşık kadar kaldı yurdunun kızları
Bu bahar vakti verem
Aldı gıdasızları
(Nurullah Çetin, age.)
“Elmalar” şiirinde ise yoksulların yaşam mücadelesini şu satırlarda yansıttığını görüyoruz:
Bu kadar ucuza
Yok, bunun gibisi
Bitmeden almak
Kalmışların içinde
Biraz daha sağlamı
Biraz daha irisi.
Bir kenarda yığılı
Elmaların başında
Çömelmiş dört beş kişi
Ayırıyorlardı
Biraz daha sağlamı
Biraz daha irisi.
Elmayı dokununca
Deliyordu parmak
Çürük üçte ikisi
Biraz daha önce
Biraz daha iyisi.
(Nurullah Çetin, age.)
“Çocuklar” şiirinde de yoksulluk üzerine çarpıcı bir örnek görüyoruz:
Kasaplarda manavlarda bazı yorgun kadınlar
Hepte tenha saatleri seçerler
Sonra yavaş bir sesle
Çocuk için hasta kaç gündür yemiyor
Biraz et biraz meyve isterler.
(Nurullah Çetin, Kültür Bakanlığı, age.)
Necatigil, “Sıcak Mutfak” şiirinde ise fakirliğin bir boyutunu da şu satırlarla yansıtmaktadır:
Bir kadın ihtiyar
Ocak başında
Pişecek şimdi
Üfler odunları
Çömlek, kaynar su
İçinde çakıllar
Ağlaşır torunları
PANİK
Artık ıssız kırları bıraktı Pan;
Şimdi birçok ülkenin milyonluk kentlerinde
Asfaltlarda betonlarda dolaşıyor
Kızgın, uzun yazların öğlen saatlerinde.
Blok apartmanların şahane katlarından
En çalımlı taşıtlara atlıyor.
Devcileyin arkalar, koskoca bankalardan
Yanında, yardakçılar yaşıyor.
Sessiz dilsiz kimseleri kestiriyor gözüne,
Dişlilerden kaçıyor.
Fabrika duvarları sağır kale kapıları
Yılgın yorgun adamlar, bezgin ürkek kadınlar..
Çullanıyor onların az ekmek sevincine
Değil yalnız yazların kızgın sıcaklarında
Hemen her gün, hele büyük kentlerde
Bulvarları tarıyor, hain gülüşleri sessiz.
Pan’la karşı karşıya, gözleri kararıyor
Katı cıvık asfaltta yalınayak bir işsiz.
Yoksullar açlar hastalar sürünürken
Kentlerin göbeğinde, kuytu köşelerinde;
Hıncını alamamış sanki insanlardan
Uygarlığı zalim daha da azıtıyor
Atom bombalarında, uzay füzelerinde.
Yarınlar? Gizli kara gazete haberlerinde
O varsa ekmeklerde, sular da ağulu
Hata çocuk yüzlerine düşmüşse gölgesi,
Keser bizim gibiler yarınlardan umudu.
Renklerde, ekmeklerde, ırklarda..
Yahudiler, işçiler, zenciler.. Pan!
Şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
Ne kalıyor geriye, yüzyıllardan?
(Varlık, 15 Ekim 1962, sayı: 584)
“Dünya Çocuk Yılında I” şiirinde çocuklar için şu isteğini yansıtır:
Büyükler biraz daha yorulsun
Onlarda büyüsünler
Onlarda mesut olsunlar
Geçti, kaç savaş ezikliği
Çocukları düşünsünler
Çocuklar iyi gün görsünler.
(Nurullah Çetin, Kültür Bakanlığı, age.)
Behçet Necatigil Zonguldak’ta kaldığı müddetçe Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip’le birlikte dostluk kurmuş, onlarla birçok şiir sohbetleri yapmıştır. Rüştü Onur’un ölümüyle ilgili duygularını yansıtan bir dörtlüğü ve bir makalesi vardır.
“Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta
Adı Rüştü Onur’du
Bilseydi hatırlanacağını
Ölümünden sonra
Memnun olurdu.
(Behçet Necatigil - Rüştü Onur, Haz. Salah Birsel)
GİZLİ SEVDA
Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce.
Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan buradan
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.
Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi…
Anlıyordu.
Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerinmiş evleri..
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selam söyledi.
RÜŞTÜ ÖLÜNCE
Kendisini tanıyalı ancak bir sene, sevmeye ve anlamaya başlayalı bundan da az bir zaman olmuştu. Şimdi, bir zamanlar hülyalarını dolaştırdığı bu şehirden uzakta, İstanbul’larda öldüğünü öğrendiğimden beri, boyuna Zonguldak caddelerindeki akşam gezintilerimizi düşünüyorum. Gamlı gecelerin öncüsü, dilsiz ve durgun akşamların alacakaranlıklarında bana şiirden bahseden Rüştü, artık hatıralarım arasına geçti. Ondaki sağlam bir şiir anlayışına karşı duyduğum sevgiyle, farkında olmadan ne kadar beslenmişim ki, yazılarında pek bahsetmek istemediği bilinmez dünyalara gidişinde böyle içten sarsıldım.
Şu anda, ölümünden bana kalanlar, temiz bir arkadaşlık, sevgiler, güzel bazı şiirler… Zamanın ihmal ve icapları içinde bir gün onun bendeki bu mütevazı terekesini(miras) de satıp savabilir, telaşlarımın dağınıklığı içinde onun ezberimdeki mısralarını bir gün bir yerde bırakıp gidebilirim. İnsan kolayca unutur. Ama hayat beni zaman zaman ölülerimden uzaklaştırsa bile, ben yine fırsat bulup, bir an bir yol dönemecinde, onun hatıralarıyla karşılaşıveriyor, onlarla birlik yürümeye başlıyorum. Rüştü, vaktin müsait olduğu zamanlar bana uğra, gezmelere gideriz, seninle beraberce!...
Buraya şiirlerden parçalar alsam, acaba daha mı iyi ederim? Pek erken ölümündeki dehşet karşısında bütün gayretlerim, beni zayıf ve aciz gösterecek olduktan sonra, ha sözü uzatmışım, ha susmuşum hepsi bir.
Ölümlerin en acıklısını ifade için, “gençliğine doyamadan gitti” diyen halk muhayyelesindeki [düşünülmüş, hayal olunmuş] isabeti düşünürken Rüştü Onur’u hatırlıyorum rahat uyusun.
(Behçet Necatigil, Ocak gazetesi, 16.12.1942, nakleden Salah Birsel, Rüştü Onur)
Behçet Necatigil’in yazın dünyamıza kazandırdığı eserleri şunlardır:
Şiir Kitapları: Kapalı çarşı (1945), Evler (1953), Eski Toprak (1956), Arada (194-58), Dar Çağ (1960), Yaz Dönemi (1963), Divançe (1965), İki Başına Yürümek (1968), En/Cam (1970), Zebra (1973), Kareler Aklar (1975), Beyler (1978), Söyleriz (1980), Sevgilerde (Son üç kitaptan seçmeler, 1976).
Düz yazılarından bazılarını da “Bile/Yazdı” (1979) kitabında topladı. Almanca çeviriler ve radyo oyunları da yazmıştır. Bu alandaki çabalarını “Yıldızlara Bakmak” (1965), “Gece Aşevi” (1967), “Üç Turuncular” (1970), “Pencere” (1975) kitaplarında topladı.
“Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü” (1979) çalışmasını da edebiyat dünyasına kazandırmıştır.
Necatigil, “Eski Toprak” ile Yedi Tepe Şiir Armağanı’nı (1957), “Yaz Dönemi” ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü (1964) kazanmıştır.
Ailesi tarafından konulan Necatigil Şiir Ödülü 1980 yılından bu tarafa verilmektedir. (Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Eklerle 15. baskı, Varlık Yayınları, 1993.)
Behçet Necatigil’in, “Adım” isimli şiiri bazı istekleri de içermektedir:
ADIM
Adım neye verilir
Evlere-ilerde
Kalmaz böyle evler
Boşlukta şiirlere verilir.
Adım neye verilir
Sapa sokak kenar bir mahallede
Bana benzer
İyidir.
Adım kimlere verilir
Yok erkek evladım
Bu soy benimle biter
Geçmişlere verilir.
Necatigil’in bu şiiri bir vasiyet gibi kabul edilir. İstanbul Beşiktaş Belediyesi, Necatigil’in on yıl kadar oturduğu Camgöz Sokağına “Behçet Necatigil Sokağı” adını vermiştir. Çünkü Behçet Necatigil sağlığında bu sokağa adının verilmesini çok istiyordu. (Nurullah Çetin, age.)
Yorumlar